Müslümanlıkta adalete verilen öneme; halkın dinli-dinsiz, Müslim-gayrimüslim ayrımı yapılmadan herhangi bir zulme ve herhangi bir haksızlığa uğramamasının temel amaç olduğunu biliyoruz. Batı’nın parlak devirleri nasıl özgürlükler sayesinde vücut bulduysa, Müslümanların parlak dönemleri de adalet sayesinde vücut bulmuştur. Yani Batı’nın yükselişinde özgürlük, Müslümanların yükselişinde adalet aynı role sahip olmuşlardır.
Osmanlıda da gördüğümüz gibi hoşgörü sayesinde halkın manevi hisssiyatı devlete karşı oldukça güçlenmiştir. Hoşgörü politikası ile müslim- gayri müslim ayrımı ortadan kaldırılmıştır. Halk müreffeh bir şekilde yaşamını sürdürmüştür.
Son zamanlarda ve özellikle bizim yüzyılımızda İslam toplumlarında egemen olan uygulama, geçmişteki bu adalet duyarlılığıyla hiç örtüşmemekte; yolsuzluk, hırsızlık, sahtekârlık, kayırmacılık, kul hakkına riayet etmeme vb. görülmemiş bir hızla yayılmaktadır.
Batılı toplumlara baktığımızda ise Müslüman fıtratı görüyoruz.İnsanlar birbirlerine karşı daha saygılı,hoşgörülü ve adaletli. Batılı toplumlar bunu müslümanlardan öğrendi aslında.Onlar devam ettirdi biz ise geri çekildik.
ABD’de yerleşmiş bir Müslüman akademisyenin İslam’ın iyi insan olmaya ilişkin esaslarına en çok hangi toplumlarda uyulduğuyla ilgili olarak çok yakınlarda yaptığı bir araştırmada en iyi Müslüman ülke bile 80’li sıralarda yer almıştır. En son sıralarda da yine Müslüman ülkeler bulunuyor. İlk sıralarda ise İskandinav ve Batı Avrupa ülkeleri bulunmaktadır.
“Elhamdülillah Müslümanız..”
Acaba ne kadar Müslümanız? Kuran ve sünnetin ne kadarını yerine getiriyoruz. Evet sol elle yemek yemiyoruz belki, buna görüyorum ki herkes dikkat ediyor. Peki ya kul hakkı? Kul hakkı yemenin günah olduğunu sol elle yemek yemek kadar dikkate almıyoruz. Vay halimize!
Zamanımızda var olan hiçbir dinin ve hiçbir ideolojinin teorisi ile mensuplarının davranışları arasında, Müslümanlık ve Müslümanlarınki kadar terslik, uyuşmazlık, çelişki yoktur. Günümüzde Müslümanların büyük çoğunluğu İslam’ın iyilik, güzellik, bilhassa dürüstlük adına verdiği buyrukların neredeyse hiçbirine uyma gereği duymadan, bu konuda en küçük çaba göstermeden hayatını sürdürüyor ve gerine gerine “Müslümanım!” diyorlar. Bunu söylerken de İslam’ı yalnızca namaz, oruç gibi belirli ibadetlerin yapılmasıyla; kadınların örtünmesiyle; alkollü içkilerden uzak durulmasıyla gereği yerine getirilen bir din olarak algılıyorlar.
Müslümanlar; Müslümanlığın Hak ve adalete, kul (insan) haklarına riayete; verilen sözü tutmaya; yalandan, hileden, sahtekârlıktan mutlak bir şekilde uzak durmaya; gerçek Müslümanlığın ancak bunlarla mümkün olduğuna dair açık seçik buyruklarından hiç haberleri yokmuş gibi yaşıyorlar.
İslam’ın teorisi ile Müslümanların pratiği arasındaki en önemli çelişkilerden biri; hak ve adalete uyma, insan (kul) haklarına saygı gösterme konusunda yaşanmaktadır. Müslümanlığın üzerinde eşsiz bir duyarlılık gösterdiği ilke, her alanda hak ve adaletin eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi; kimliği, aidiyeti, mensubiyeti ne olursa olsun hiçbir kimsenin ve hiçbir toplum kesiminin zerre kadar bir haksızlığa uğramamasıdır. Pratik ise bunun tam tersidir.
Teori ile pratik arasında çok göze batan çelişkilerden biri de Müslümanların para ve servetle ilişkisinde yaşanmaktadır.
Müslümanlıkta para ve servet, ancak ihtiyacımız ölçüsünde değer verilmesi gereken bir dünya metaıdır. Kimseye muhtaç olmamak için çalışmak ve kazanmak farzdır. Helal yollardan kazanmaya sınır da konmamıştır. Kazancımızdan lükse, gösterişe, savurganlığa düşmeden; zamana ve çevreye uygun olarak ihtiyacımız kadar harcayıp, vergimizi dürüstçe verdikten sonra, kalanı toplum yararına hayır işlerinde kullanmak dinde tavsiye edilen yoldur. Bunun tersine para ve serveti baş tacı yapmanın ve amaç haline getirmenin Müslümanlıkta asla yeri yoktur.
Bugün yaşanan bu anlayışın tam zıddıdır. Birçok Müslüman zengin, serveti amaç haline getirmiş; onun dünyada insanlığa hizmet için kullanılacak bir araç olduğu inancını terk etmiştir.
Dindarlık iddialarına rağmen Müslümanlıkta şiddetle yasak olan lüks ve şatafata aşırı düşkünlük göstermişlerdir. En acısı da, Müslüman zenginler parayı ve serveti her fırsatta maddecilikle suçladıkları kesimlerden daha az sevdiklerini ispat edememişler; kibirden, lüks ve israftan kaçınmakta dindar olmayan insanlara örnek olamamışlardır.
Yine çok göze batan bir çelişki de, ülke yönetiminde gelinen makamlarda, sahip olunan otorite ve yetkilerin kullanılmasında yaşanmaktadır.
Birçok Müslüman ülkede muhafazakâr iktidarların lider kadroları ve onların makam sahibi yaptığı birçok bürokrat, kendilerine emanet edilmiş olan makamları halka hizmetin değil; saltanat sürmenin, halka tepeden bakmanın, egolarını tatmin etmenin, kişisel geleceklerini kurtarmanın bir aracı haline getirmişlerdir.
Burada çok önemli birkaçına değindiğimiz Müslümanlığın teorisiyle Müslümanların pratiği arasındaki çelişkiler istenirse çok daha uzatılabilir. Çünkü Müslümanların hayatının hemen her alanı bu tür çelişkilerle doludur.
Müslümanların hiçbir zaman akıllarından çıkarmaması gereken evrensel gerçek şudur:
“Müslüman olmadan da iyi insan olunabilir; iyi insan olmak için Müslüman olmak şart değildir; ama iyi insan olmadan asla iyi bir Müslüman olunamaz!”
Son söz, sözünü ettiğimiz çelişkilerden çok şikâyet etmiş olan Mehmet Akif’in olsun:
“Müslümanlık” denilen ruh-i ilahî arasak,
“Müslümanız” diyen insan yığınından ne uzak!