Dünya üzerinde kuşaklar X, Y, Z kuşakları olarak adlandırılıyor. X nesli 1965- 1979 arası doğan nesli kapsamaktadır. Bu nesil kurallara uyumlu, otoriteye saygılı, sadık, okuyan, sorgulayan, aidiyet duygusu güçlü bir kuşak olarak tanımlanıyor. Y nesli, 1980-1999 arası doğanlardır. Bağımsız olmayı seven, özgürlüklerine düşkün, kural tanımayan, aşırı bireyci olmalarıyla bilinmektedir. Ülkemizin %35’ini oluşturdukları söyleniyor. Z nesli ise, 2000 yılı sonrası doğanlara denir. Bu nesil, kristal kuşak, dijital kuşak gibi çeşitli isimler olarak da bilinir. Ayrıca bu nesil bağımlılığa karşı koyabilecek bir dirayete sahip olmamasıyla da bilinmekte.
X-Y-Z kuşakları arasında “Z” kuşağının çözümlenmesini yapıp analiz etmeye başladığımızda, bu kuşak tüm tarihin gördüğü en depresif jenerasyon olma özelliği taşımaktadır. Peki Z kuşağının genel özellikleri nelerdir?
Çok hızlı öğrenip hızlı gelişim sağlıyorlar, ham akademi dediğimiz internet ortamında eğitim görüyorlar, öğretmen, artık bu kuşakta etkisini kaybetmiş durumda. Dönemin şartları gereği bilginin tek kaynağı artık öğretmen değil “İNTERNET.”
Z nesli’nin en göze çarpan özelliğini geç olgunlaşma ve ebeveynine uzun süre bağımlı kalma olarak biliniyor. Bu özellik, “Z-Nesli’nde, önceki “X ve Y” nesillere kıyasla daha olumlu yönde bir değişim varmış gibi bir manzaraya neden oluyor. Zira sosyal bir birey olmaktan ziyade ferdi birey olmayı tercih eden bu nesil, daha sınırlı ve kısır bir çevreyle muhatap olan, evcimen bir yapıya sahip olan, istatistiksel olarak daha az ehliyet olan, araba kullanımına çok düşkün olmayan bir nesil olarak bilinir. Dolayısıyla eskiden büyük bir dert olan evlilik-dışı ergen hamilelikleri, trafik kazaları, alkol kullanımı ve çevreye karşı saldırgan davranışlar azalıyor. 16-18 yaş grubundaki bu gençlerin geç büyümeleri, ebeveyne artan bağımlılığın yanı sıra beynin yürütücü işlevlerinde ortaya çıkan yetersizlik kaygılandırıyor. “Dijital Nesil”, uslu ama sergiledikleri olumlu görünüm, daha fazla sorumluluk aldıklarından değil geç büyümelerinden, çocuksu kalmalarından kaynaklanıyor. Hal böyleykenminimalize edildiği sanılan davranışsal sorunlar, bu kez 20’li yaşlardan sonra, üniversite döneminde daha yoğun bir şekilde karşılaşılan bir durum haline gelmektedir. Olgunlaşmanın gecikmesi neticesinde hayatı ve insan ilişkilerini tecrübe edememenin getirdiği acemilikler, yeni tip çekinceler de cabası…
Dr. Mustafa Merter’in “Matrix Sendromu” adını verdiği tabloyu başlatan en önemli etken, “screen time” adı verilen “ekran başında geçirilen zaman” (maalesef “Dijital Nesli”nde bu süre çok uzun, ortalama günde 6 saat…) Kitap ve dergi gibi değerler, esas bilgi kaynakları gençlerin avuçlarından kayıp gidiyor. Varlığını topluma indirgeyememiş, toplum içerisinde kendisine bir yer bulamamış, insani ilişkileri nakıs ve pragmatis olan bir nesil var karşımızda. İşin ilginç yanı sanal iletişimden dolayı da mutlu değiller… Özellikle 14 yaş civarındaki ergenlerin yarısından fazlası mutsuz olduklarını söylüyorlar.
“Z-Nesli”nin tipik davranış özelliklerinin başında acizlik, çaresizlik ve faydasızlık duyguları geliyor. Yani “Z-Nesli”, önceki nesillerin, sergilediği manzaranın tam tersine, kendisini ispatlayamayan ve dolayısıyla özgüven sahibi olamayan bir nesil olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgüven eksikliği, kendilerine değer vermeyişleri, sözünü ettiğimiz mutsuzlukla yakından bağlantılı olduğu gibi depresyon, endişe gibi hastalıklara giriş kapısı adeta… Bu arada hemen belirtelim bu olumsuz duygular da ekran başında geçirilen zamanla bağlantılı. Bu nedenle intihara olan meyil, ekran başında kalma süresi 1 saati geçince artmaya, 4 saati geçince tırmanmaya başlıyor. Yalnızlık hissinin, 2011’den sonra yaygın bir hal alması yine bu sebeplerle bağlantılıdır. Bu durumu, ekran başındaki genç insancıkların adeta terk edilerek bir hücreye kapatılmalarına benzetiliyor. Hücreden hücreye sanal fısıldaşmaların da rahatlama yerine sıkıntıyı arttırdığını, neticesinde kaygı ve depresyonu doğurması kaçınılmaz bir sondur. Kaygı ve depresyon, önceki nesilde de fazlaydı ama “Z-Nesli”nde artık dalga değil tsunami boyutlarına ulaşmış vaziyette. Tabii bu hücre tutsaklığının gönüllü, bile isteye olduğunu, hücre içine girince de dışarı çıkılamadığını ayrıca vurgulamak lazım…
2012’den itibaren akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla birlikte, genç nesilde farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Günde ortalama 9 saat uyuması gereken ergenlerin uyku süreleri ani bir azalma göstererek 7 saate düşüyor. “Birçok ebeveynin artık bildiği gibi, çocuklarımızın odasında hiç sönmeyen mavi renkli bir “Matrix mehtabı” var. Günde 3 saat veya üstünde ekran zamanı yaşandığında %28 oranında daha fazla uyku rahatsızlıkları müşahede ediliyor. Ve tabii ki kronik uykusuzluk; psikosomatik hastalıklar, depresyon ve intihar riskini artıran bir durum” diyor Dr. Mustafa Merter…
“Z-Nesli”nin tipik bir özelliği de din ve maneviyat alanında belirgin bir düşüş ve ilgisizlik… 2000 yılından itibaren gençlerin dine ve Tanrı’ya inançlarında, hatta genel maneviyat arayışlarında düşüş olduğunu biliyoruz. Bu durum Z-Nesli’nde daha da artıyor. Biz de taze suya tirit şeklinde giden son dönemde gençlerin inanç sorunlarını çok ciddiye alsak, tartışmaya buradan başlasak, galiba daha doğru yapacağız. Mevlana “Pergel Aforizma’sında” şöyle der: “Pergelin bir ayağı kültürün ve medeniyetin ana kaynağına saplanmalı ki diğer ayak istediği kadar dolaşabilsin.” Şuur, farkındalık ve biz kavramlarını orijinalleriyle kullanırsak başarılı olabileceğimiz muhtemeldir.Maneviyattan uzaklaşma sadece dindarlıkla alakalı değildir. Depresyona girdiysen eğer çözümü belli: Dilini değiştir! Algını değiştir! Hayata baktığın pencereyi değiştir! Değiştir ki, konuştuğun gibi düşünmeye, düşündüğün gibi davranmaya başlayasın. Yaşam tarzı da bu minval üzerinde şekillenir. Hz Ali’nin de dediği gibi “İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın.”
Dijital dünyada sözlü iletişim gittikçe güncelliğini yitirse de beynimizin on binlerce yıllık ayarları bize bambaşka bir hikaye anlatıyor. Çocuklarımıza öyküler, masallar, hikayeler gibi sözlü iletişim unsurlarının beynimizde nasıl değerlendirildiğini öğreterek, dijital devrimin bize kazandırdıklarının yanında kaybettirdiklerini de anlamalarını sağlamamız gerek.
Sözünü ettiğimiz kuşağın oyunlara olan bağımlılığı aksi iddia edilmez bir gerçektir. Yaşadıkları hayatı adeta bir oyun gibi görmekteler. En güzel oyun, kurallarını, ödüllerini ve süresini kendilerinin belirlediği oyunlardır. Zira sıkıcı ve yapılandırılmış oyunlar ancak pek az sayıda çocuğa hitap eder. Zeka oyunları, çocukların bilişsel gelişimini temel alacak tarzda, eğlenceli oyunlarla hoşça vakit geçirebilecekleri şekilde tasarlanmalıdır. Hem eğlenecek hem de beyin devrelerimiz arasında yeni bağlantılar oluşturmanın keyifli yollarını deneyimleyeceği şekilde tasarlanmalıdır. Çocukların oyun bağımlılığını hayata geçirmek ve hayatı oyunlaştırmakla daha fazla diyalog kurma fırsatı yaratmalıyız. Oyunlara motive olunduğu kadar hayata motive edebileceğimiz bir tarz geliştirmek eğitimcilerin ve ebeveynlerin üzerine düşen hayati bir ödevdir.
Bireyin kendini tanıması ve doğru ifade edebilmesi, çevresiyle verimli iletişim kurabilmesi ve farkındalık kazanması, kişileri başarıya götüren en temel basamaktır. Yaratıcı Drama ile çocuklarımıza, bu başarı yolculuğunda “biz olarak” birlikte ilerlemeyi, drama tekniklerini ve oyun yöntemleri üzerinden keyifli bir deneyimle göstermeyi hedeflemek zorundayız.
“DÖNEMİN, KUŞAĞI ETKİLEDİĞİ MUHAKKAKTIR.”
Dijital nesil kuşağında bizim ihtiyacımız olan en önemli unsur nedir sorusuna verebilecek en güzel cevap, “Jules Payot’un da” kitabına başlık olarak kullandığı “İRADE TERBİYESİ’dir. Çocuk çok iyi bir tüccardır. Ne verirseniz onu alır, size geri dönüş yapar. Fıtrat gereği temiz yaratılan insanın fitrata uygun şekilde temiz kalmasını sağlamak zorundayız. Bu temizlik ise gerçek özgürlükle doğru kölelikle mümkündür.Bediüzzaman Said Nursi’nin “Bir şey bütün bütünüyle elde edilmezse, tamamen de terkedilmez” sözü bu konuda bize mihenk taşı olmalıdır. Zira bir elbise ilk yıkandığında kiri çıkmayabilir. Onu tekrar yıkamak gerekir. Atmak değil… Toplumsal olarak aile içerisinde belli problemler yaşandığı kanıksanamaz bir gerçektir. Bu problemlerin en başında anne ve baba figürünün yaşanılan döneme ayak uydurma noktasında yeterli donanıma sahip olmayışı gelmektedir. Bu uyum problemi teknolojinin kullanımı noktasında da kısır bir bilgiye sahip olmalarını beraberin de getirmekte. Yetişme sürecindeki çocuğun ebeveyni rahatsız etmesini engellemek için adeta uyuşturucu gibi sanal ekranların büyülü alemine yollanması popüler bir kültür olmaya başladı. Ağlayan çocuğu susturmak, konuşmasını engellemek, soru sormasını minimalize etmek,oyalamak için kıyasıya bir yarış başladı. Bu yarış maalesef çocuklarımızı sanal aleme bağımlı hale getirdi. Hemde kendi ellermizle… Yan komşuya ses gitmesini engellemek için çocuğun eline sıkıştırılan tabletler, akıllı telefonlarla gün boyu ne yaptığı, hangi sitelere girdiği, ne tür oyunlar oynadığı, sosyal medya hesapları kontrol ediliyor mu? Bir restaurantta, kafede, evde telefonla bir şeylere bakan insanlarla karşılaşmışız, veya kendimizden biliriz… Hatta bunu eşlerin, arkadaşların birlikte gittikleri yerlerde karşı karşıya otururken yaptıklarına çok sık şahit oluyoruz. Bu araçlar, insanları kendilerine bağlayarak, sosyal etkileşimi zayıflatmakta, insanların birbirleriyle yapabilecekleri fikir alışverişlerini engellemektedir. Böylelikle birbirinden habersiz, birbirine karşı duyarsız insanlardan oluşan bir toplum, bir kuşak oluşmasına yol açmaktadır.
Bir düşünelim: Hangi anne kendi evladını içkiye sigaraya başlatacak kadar gaddar ve cüretkar olabilir? Peki gerçek hayattan bu kadar uzak, hayal dünyalarını öldüren, düşünme yetilerini körelten embesil bir nesli inşaa etmenin yukarıdaki verilen örnekten masum kalır yanı nedir?
Günümüzde elektronik yayınlara erişim bu kadar kolaylaşmış iken kaç kişi bundan faydalanıyor? Kitap okuma sayımız gittikçe azalıyor. 2018 yılında yapılan bir araştırmada, haftalık okuma süresi 6 saat 50 dakika olarak tespit edilmiş. Ülkemizde yetişkin bir bireyin haftalık kitap okuma süresi yaklaşık 5 saattir. Araştırmaya göre dünya ortalamasının altında kalmak ve listede ortalarda bir yerde olmak bizim için üzücü bir durum.
Nesli ihya etmek ailenin görevi olduğu halde, imha için kıyasıya bir yarış var sanki.O halde karanlığa sövmek yerine bir mum yakmalı…
Devlet eliyle ailelerde dijitalleşmenin bilinçli bir şekilde ilerlemesini sağlamak, kontrol altına almak adına konsorsiyumlar oluşturulup eksik olan bilincin tamamlanması adına harekete geçilmeli. Bilinçlendirilen ebeveynler çocuklarını öğrendikleri şekilde kontrol altında tutmayı istikrarlı şekilde sürdürmeli. Öğretmenler ve eğitim kurumları, öğrenci kitlelerini özendirmek yerine bilinçlendirmeli. Bu problemden ötürü dertli olan uzmanlar çözüm önerileriyle beraber dikkate alınmalı. Unutulmaması gereken bir hakikat var ki; yetişen çocuklar yalnızca ailelerin sorunu değil, devletin evlatları toplumun mirasçıları oldukları için toplumsal sorunumuzdur. Okuyan, sorgulayan, ve analiz eden bir nesil yetiştirmek hepimize düşen toplumsal bir görevdir. Toplum olarakiletişim teknolojisinin bizden neleri götürdüğünü, ve daha neleri götüreceğini,kitle iletişim araçlarının nasıl olumlu kullanılabileceği hususunu, değerlendirerek ibreyi lehimize çevirmeliyiz. Bu neslin oluşmasına katkıda bulunan herkes, umarım ölmeden önce vaziyeti fark eder ve bunu telafi edecek vakti bulurlar.
çok boş olmuş
bundan sonraki kuşak daha da sıkıntılı olacak gibi