Bir cümle ile başlıyor bütün yaşam, ardından kulağına kader denilen “isim” söyleniyor. Kaçmak da, kalmak da o an elinde değil insanın. Bir hastanenin koğuşunda başlayan yaşam, bir hastane koğuşunda son buluyor. Su ile başlatılan temizlik öyküsü, toprağı kirletme diye son bulurken de işleniyor. Anlıyoruz ki bütün yaşamın başında ve sonunda aynı düzenekler var. İnsan ruhun da yaşanılan duygular bile aynı. Üzülmek duygusunda yapılan göz yaşı ve hüzün, kimse için değişmez. Fakat birini ipe götüren hüzün, başkasına dokunmadan yaşanıyor. İnsanın algısında ki farklılık burada tek etken neden. Hikayelerimiz, duygularımız, ölüm ve doğumumuz aynı iken kimine zor gelen yaşam kimi için şükredilesi ve ibretler alınası oluyor.
Bomboş beton duvarlar arasında yaşanan ömür, kimini derviş kimini rezil ederken, hangi duvar diye sorgulamamız nedendir? Görüntülere aldanarak yaşamak, rakamların büyüklüğü ve küçüklüğüne göre sınıflandırmak ile elimize geçen şeyin adı nedir? Oysa benzer rakamlar ile yaşıyoruz. Aynı hanlara bakıyor, aynı taslarda ayran içiyoruz, aynı müzikler de dans ediyor, aynı zorluklara göğüs geriyoruz. Baktığımız yön ile alakalı değil tüm bu olanlar. Onlara ne anlam yüklediğimiz ile alakalı.
Çaresizlik içine hapsolduğunda insan yahut pişmanlık ile kahrolurken, kandırdığı ve kahrolduğun şeyin ta kendisi olduğunu çok sonradan anlıyor. Bütün gördüklerimiz, bir sis dolu bulutun içine gizlenmiş ve gerçeklik ile arasında tonlarca perde bulunan şeylerden ibaret. Bütün perdelerin deseni de bizim seçtiğimiz modeller arasında oluşuyor.
İstediğimiz şeyi gördüğümüz şu ömür de kaçırdığımız tek şey, kendimiziz.