Dünümüzde hızla ilerleyen, daha doğrusu ucu bizde kökü dışarıda olan bir zındıka komitesi tarafından hızla ilerletilen, gençler arasında zehirli bir bal gibi yaygınlık kazanan ve kazandırılan deizm ve ateizmin bir çok sebebleri vardır. Bu sebebler bizleri aşan sebebler değildir. Biz anne-babalara, eğitimcilere, sivil toplum kuruluşlarına ve davası Hakikat olan, ahiret için çırpınan, dünyanın geçici olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde anlayan ve müşahade eden herkese çok büyük vazifeler düşmektedir. Bu konudaki çözüm önerilerine geçmeden önce; bu cereyanları ortaya çıkaran ifsad komitelerinin çalışmalarının haricinde, iğneyi bize batırma babında bizden kaynaklanan sebeblerin ve aksaklıklarının üzerinde ekseriyetle duracağım. Bu sebebler, şüphesiz bizleri Allah rızasından uzaklaştırdığı gibi maalesef körpecik çocuklarımızı, bir fidan gibi gencecik gençlerimizi de bizden alıp inkârlığın bataklığında çürütmektedir. Kalben, vicdanen ve aklen sağlıklı olmayan bir yapıya büründürmektedir. Bu mevzuyu daha fazla uzatmadan bu cereyanları ortaya çıkarmaya sebeb olan veya bu ceryanları doğrudan veya dolaylı olarak besleyen sebebleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz;
1- İmtihan dünyasının yanlış tanımı, anlayamama, ya da anlamak istememe.
2- İnsanların iradelerini yok sayıp, iradeleriyle yaptıkları kötülükleri Allah Celle Celaluhu’ya mal etme.
3- Dünyadaki tüm kötülüklerin Allah’ın yaptığını, aynı anda aciz olduğunu da, hâşâ, söyleyip çelişki içinde olduklarını gözardı etme.
4- Hayatın milyonlarca güzel tarafını değil, geçeci ve imtihan gereği olan eksikliklerini görüp ve özellikle gösterip insanları ve bilhassa gençleri İslâmîyet’ten uzaklaştırma.
5- Tembellik hastalığıyla, çalışmak istememe, hazıra konmaya çalışma.
6- Karanlık güçlerin İslam Âlemi içine fitne koyma, parçalamaya çalışma. Bunu da birkaç alt başlıkta sıralarsak;
a) Bunun için gençlerin, şehevi, enaniyet (ego) gibi hevesatlarından yakalayıp onları kullanarak aileye, anne babaya ve Allah'a karşı getirerek psikolojik bunalımlara ve sosyolojik çatışmalara sürüklemek.
b) Hızlı bir şekilde yayılıp gençleri celb eden İslâmîyeti yok etme.
c) Gittikçe, maddi olarak güçlenip ve ittihada doğru ilerleyen İslâm Âlemi’nin bu girişimini inançsız, gayesiz, şuursuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemek.
7- Maddi menfaate batan ve sürekli maddiyat için çırpınan günümüz Müslümânları'nın sosyal bir köprü vazifesini gören zekât, sadaka gibi hasletlerden uzaklaşmaları. (Bu maddenin kemâl noktasına vasıl olabilmesi, dinimizin 5 şartından biri olan zekât emriyla ancak mümkündür. )
8- Başta aile içi olmak üzere akrabalık bağlarının zayıflaması ve gençlerin bu boşluğu sosyal medyadan, tanıdığını zannettiği ama tanımadığı kişilerin varlığıyla doldurmaya çalışması.
9- Aile içi huzursuzluk, anne baba geçimsizliği.
10-Haram ve helâle dikkat edilmemesi. (Helâl lokmanın araştırılmaması, hazır gıdalar yoluyla bilinçsizce haramların tüketilmesi, kredilerin yaygınlaştırılması ve yaygınlaşması vs…)
11- İsmen duanın terk edilmesi.
12- Takvaya dikkat edilmemesi, mahremiyet duygusunun sarsılması.
13- Beş vakit namazlardaki eksiklikler ya da terk edilmesi.
14- “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” hakikatinin anlaşılmaması ve bu görüşteki insanların sadece maddiyatı nazara vererek gençleri hak ve hakikatten uzaklaştırmaya çalışma çaba ve planları.
15- Eğitim sistemimizdeki aksaklıklar ve çelişkiler.
16- Dünyevi meşgaleler ile aile sohbetlerinin terk edilmesi.
17-Fıtri olarak olması zaruri olan mezhepler arası farklılıkların fitneye dönüştürülmeye çalışılması.
Bunlara karşı çözüm önerilerini de bulmaya çalışalım.
Evvela bu sebebleri maddeler halinde sıralamadan önce bunların yani deist ve ateistlerin, özellikle de ateistlerin savunduğu şey; bir ilahın varlığının kabul edilememesi. Her şeyi Allah yarattıysa onu kim yarattı? Diye klasik soruları sorarak bu konuyu anlayamadıkları veya burdan gençleri avladıkları görülmektedir. Bu konuda Yüce Allah’ın varlığına dair en büyük delil O’nun eserleridir. Yani Allah’ı gözlerimizle görmemiz imkânsız, nihayetinde aklımızı, iç organlarımızı, nice galaksileri, mikroorganizmaları vb. birçok şeyi göremiyoruz. Ayrıca yeryüzünde görünen rahmet eserleri, yağmurun katreleri, kar tanelerinin muazzam, mu’cizane yeryüzüne inişi, her bahar çiçeklerin açması, bürtü böceklerin yeryüzü ovasını şenlendirmesi, ağaçların kör, sağır, şuursuz topraktan rızkımızı getirmeye vesile olmaları, varlıkların şefkati, özellikle de validelerin yani annelerin evlatlarına karşı şefkati, maddenin, unsurların, elementlerin, bitkilerin, hayvanların ve fıtratı bozulmamış insanların birbirlerinin imdadına ve yardımına koşuşmaları, hayatımızda, yürümemizde, konuşmamızda, görmemizde, beslenmemizde, ilişkilerimizde, diyaloglarımızda vb. beşeri hallerimizde gücümüzün, irademizin ve ilmimizin fevkinde anlamakta zorlandığımız harikaların varlığı; Dünya, Ay, Güneş ve Samanyolu Galaksimiz’den tutun da ucu bucağı keşfedilmeyen bu muazzam Kâinat’ın sahip kılındığı harika ve mu’cizevâri hadiselere kadar her şey aslında Yüce Allah Celle Celaluhu’nun varlığının, sonsuz ilim ve kudretinin açık bir delilidir. Her ne kadar bunlar Kur’an-ı Kerim’i kabul etmeseler de Kur’an’da mevzuyla alakalı akıl sahiplerini ikna eden bir çok ayet mevcuttur.
Peygamberimiz Hazreti Muahmmed Sallallahu Aleyhi Vesselam’ın hayatında da yüzlerce örnekler var. Hayatı, yaşadıkları, müşriklerin bile onun doğruluğunu tasdik eden Emin lakabıyla anılması ve isimlendirilmesi, hiç okuma yazma bilmemesine rağmen sonsuz bir belağat ve hükümler ile, tefekkür dolu ayetler ile ümmetine gönderilmesi bunlardan sadece birkaç tanesidir. Öyledir öyle olmasına ama gel gör ki kendilerini bir türlü keşfedemeyen ve bundan dolayı da Allah’ı inkâr edip onu suçlayan ve gençleri bu hezeyanlarla Allah’ın emri olan dinden uzaklaştırmaya çalışan bu herifler Hazreti Muhammed’i de kabul etmiyorlar ve ırkçılık damarıyla ona bir Arap uydurmacısı iftirasını yakıştırmaya çalışıp onu da inkar ediyorlar ve inkar ettirmeye çalışıyorlar. Hatta ve hatta Mekke şehrinin bile o dönem olmadığını ve sonradan inşa edildiğini, Ka’be’nin yakın bir tarihte ticaret için inşa edildiğini bütün tarihi belge ve delillere rağmen utanmadan dile getiriyorlar. Onlar varsın böyle iftiralarda bulunup dursunlar ama asıl mesele bu iftiracılara bizim gençlerin de yavaş yavaş inanıp mukaddesatımıza karşı savaşacak boyuta gelmeleri, kendilerine zarar vermeleri, sefahata atılmaları ve akli dengeden mahrum kalıp intihara bile kalkışmaları düşündürücü ve ibret vericidir. Acaba neden? Kendilerinin bile söylediklerine inanmadıkları, sosyal medyada çeşitli gerçek olmayan isimler ile hesap açıp ve o hesaplar üzerinden zehrini kusan bu güruha bizim gençler nasıl oluyor da inanıyor, inanılır gibi değil. Bu kadar hezeyanların gençlerimiz arasında yayılmasının, hiçbir şeyin hikmetsiz ve sebebsiz olmaması kâidesiyle, sebeblerini ve çözüm yollarını müzakereye çalışacağız.
Çözüm Önerileri
İmtihan dünyasının yanlış tanımı, anlayamama, ya da anlamak istememe.
“Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki hakikatler perdeli kalıp ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyine çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safiline girsinler.1” imtihan meydanında aksaklıklar olacak ki mana itibariyle imtihan olsun. Yoksa imtihanın hiçbir anlamı kalmaz. Asıl rahat ve huzur yeri ise Yüce Allah’ın taktir ettiği ve va’d ettiği ahiret yurdudur. Ama gel gör ki günümüz insanları özellikle de gençlerimiz imtihan dünyasındaki sınanma maksadıyla olan aksaklıkları maalesef kabul etmek istememekte ve bundan dolayı isyanlara girmektedir. Biz imtihanın sırrını anladığımız gün ve bu nazarla olaylara, hadiselere baktığımız gün göreceğiz ki çözemediğimiz bir çok problem çözülmüş ve bizler de maddi ve manevi olarak rahatlamışız. Ayrıca imtihanı da kaybetmemiş oluruz inşaallah. Bu dünyada imtihanı anlayıp kabul eden kişi psikolojikm olarak rahattır, dünyanın geçici olduğunu, dolayısıyla başına gelen olumsuzlukların da geçici olduğunu bilir ve rahatla yaşar. O psikolojiyle hayatı şeffaf, berrak ve aydınlık görür. Güzel görür, güzel düşünür, hayatından lezzet alır. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”2 Hadis-i Şerif gereği dünya ve ahireti mamur olur. Bir başka problem ise imtihan dünyasını anlamak istememek. Bu çok büyük bir problem maalesef. Bunun sebeplerine gelince; tembellik, çalışmak istememe, kolay yoldan para kazanma, külfetten kaçma. Oysaki çalışmadaki lezzeti, alın teriyle geçinmenin ne kadar lezzetli olduğunu keşke herkes bilse idi ve yaşayabilseydi. En lezzetli lokma insanoğlunun kendi el emeğiyle kazandığı lokmadır. İnsanoğlu niyet edip faaliyete geçtikten sonra hiç ummmadığı yerden rızkının gönderildiğini yüzlerce tecrübelerle misaller vardır. Başarılı bir çok insanın hayat hikayesini incelediğimizde ekseriyetle fakir olup hayatın acı yönüyle dopdolu oldukları görülür.
Asr-ı Saadet’te bir genç çok fakirdir maddi problemler yaşamaktadır. Gelip Peygamberimiz’e durumu izah eder. Artık dilencilik yapmak istediğini iletir. Peygamberimiz evinde bir şeyin olup olmadığını sorar. “Ya Rasulullah hiçbir şey yok.” Deyince efendimiz ısrarla “İyi düşün, hiç mi bir şey yok?” diye sorunca genç: “Evde sadece bir ip parçası var.” Diye cevap verir. Peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem : “Git o ipi al ve dağa git odun topla. Sonra o odunları pazara getir sat.” Der. Bu tavsiyeye uyan genç kısa zamanda maddi durumunu hayli bir düzeltir. Kazanmanın lezzetini alan insanlar, ondan kopamiyor. Zamanla toplumda maddi olarak saygın bir yere geldiği gibi zaman zaman kazandıklarıyla da çevresindekilere yardım eder. Hayır dualarını alıp mutlu ve huzurlu olurlar. O hayır dualar onlar için adeta koruyucu birer kalkan olur. Ayrıca bir meşguliyetleri olduğu için boş, malayani şeylerle vakitlerini öldürmezler. İnsanların faydası için çırpınırlar. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.3” Hadis-i Şerif’te yer alan hayırlı insan vasfına nail olurlar.
2- İnsanların iradelerini yok sayıp, iradeleriyle yaptıkları kötülükleri Allah Celle Celaluhu’ya mal etme
Allah Celle Celaluhu insanoğlunu sair varlıklara nispeten akıllı, şuurlu ve irade sahibi olarak yaratmıştır. İnsanlar, kendisine verilen bu zengin manevi cihazlarla sorumluluklar yüklenir ve bu sorumluluklardan kaçamaz. Etrafında olup bitenlere karşı kayıtsız kalamaz. Onlara karşı vazifesizlik yapamaz. İradesiyle yaptığı vazifenin mükafatını ise hem ahirette hem de dünyada mükerreren kalben, vicdanen ve fiili olarak yaşar, müşahede eder. Ama günümüzde iradesiyle her şeyi sorgulayan gençler kendilerini adeta başıboşmuş gibi addedip kendisini sorumluklarının dışına ittirerek akla, mantığa zıt olan bir çelişkiye düşüyorlar. Hayatında yaptıkları kötülükleri, olumsuzlukları adeta kendileri bir robotmuş da kendilerine yaptırılıyormuş gibi lanse etmeye çalışıyorlar. Bunlara şu soruyu sormak lazım; eğer hayatınızda sorgulama yoksa siz bu sorgulamaları nasıl yapıyorsunuz? Yani iradeniz yoksa ve her şey size yaptırılıyorsa siz nasıl bir şeyleri sorgulayıp yargılayabiliyorsunuz? Eğer sorgulamayı yapabiliyorsanız siz irade sahibisiniz, sizin yaptıklarınızdan siz sorumlusunuz ve mesuliyet size aittir.
Bu mesele aslında bir kader meselesidir. Ama ne var ki kader konusunda da inanan bir çok kimseler dahi yanlış bir algı ve inanış içerisindeler. Evvela “Kader ilim nev’indendir. İlim ise maluma tabidir.4” Yani kader Yüce Allah’ın sonsuz ilmiyle senin iradenle ne yapacağını bilmesidir. Yoksa senin için taktir etmiş ve sen de o takdir edileni yapmak zorundasın diye bir şey yok. Mesela özel aracınla uzun yola çıkacaksın. Lastikçi diyor ki; bu araçla uzun yola çıkma. Çıkarsan yolda lastiğin patlar. Sen ise eski lastiğinle yola devam ediyorsun ve yolda lastiğin patlıyor. Bu durumda lastikçe lastiğin patlar dediği için mi lastik patlamış oluyor, yoksa lastikçe lastiğin patlayacağını bildiği için mi o ibareyi kullanıyor? Ama şunu da gözardı etmemek lazımdir ki olaylar olup bittikten sonra fazla mütessir olup umutsuzluğa düşmemek için olayları kadere havale edip rahatlamak ve umutsuzluğa kapılmamak da bir hakikattır ve kadere imananın bir gereğidir. Yani “Kadere iman eden kederlerden(gam ve hüzünden) emin olur.5”
Kader meselesinde vicdani olarak da insanlar yaptıkları olumsuz şeylerden dolayı müteessir olması onun iradesinin bu konudaki işlevinin bir delilidir. Ayrıca insanoğlunun yaptığı iyiliklerde gururlanmaya ve fahirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü biz bir iyilik ettiğimizde o iyilikleri biz sedece kendi öz cihazatlarımızla yapmıyoruz. Bize ni’met olarak bahşedilen cihazatlarla yaparız. Dolayısıyla bizim bunlardan dolayı gururlanmaya hakkımız yoktur. Ama yaptığımız olumsuzlukların sorumluluğu ve vebali tamamen bize aittir. Çünkü biz onu irade edip yapmışız ve ayrıca bize verilen cihazatları da kötüye kullanarak o cihazatlara zulmetmiş, Yaratıcı’sına ise isyan etmiş oluruz. Bunu şöyle bir misal ile izah edebiliriz. Bir öğrenci okuyup belli bir yere gelir. Öğretmen, doktor, mühendis, avukat ya da iş adamı olur. O seviyeye gelinceye kadar onun gelişmesine sadece irade ve çabası yetmeyeceğini hepimiz biliriz. Mesela okurken yeme içmesini, giyimini, barınağını ailesi karşılamış. Okuduğu okullar devlet tarfında inşa edilmiş. Öğretmenlerini devlet tayin etmiş. Ulaşımını belediye gibi kurumlar karşılamış vs. Bu öğrencinin belli bir yere gelmesinde sadece iradesi yeterli değil, bütün çevresel faktörler rol oynamış. Dolayısıyla bunların hepsine karşı bir vefa borcu var ve gururlanmaya hakkı yoktur. Ama aynı öğrenci tembellik edip bir yere gelemedi diyelim. Bu durumda ailesi mi, devlet mi, belediyeler mi, öğretmenler mi hangisi suçlu olur? Şüphesiz sadece o suçlu olmuş olur. Çünkü bir yere gelememesinin sebebi sadece tembelliğidir. Yine bir başka örnek ile konuyu pekiştirmeye çalışırsak; asansöre binip binip yukarı ya da aşağı inmek istedik. Ve düğmeye basıp istediğimiz kata vardık. Bizim istediğimiz kata varmaya vesile olan sadece o asansör düğmesine basmak değildir herhalde. Çünkü o asansörün o seviyeye gelmesinde bir sürü kurum ve kuruluşun emeği ve çalışması var. Ama o kişi asansör düğmesine basmadı ve istenilen yere varamadı diyelim. Bu durumda suçlu, o asansörü yapanlar değil, sadece kendisidir. Yüce rabbimiz de bu mevzuyu Kur’an-ı Kerim’de şöyle dile getirir:
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِؗ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَؕ
(Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülükler ise nefsindendir.)6
Deve kuşuna sormuşlar: “Sen nesin?” cevaben : “Kuşum.” Demiş. “o zaman uç.” Demişler. “Yok ben deveyim.” Demiş. “Deveysen yük taşı.” Demişler. Deve kuşu: “Yok yok ben kuşum.” Diye vevap vermiş. Bu misal gibi biz de maalesef bize iyilikler geldiğinde bizden diyoruz. Yok kötülük geldiğinde ise maalesef kadere taş atarak Allah’tandır, deyip bu konuda fıtrata aykırı zıtlıklar yaşıyoruz. Bu misallerden sonra umarım akıl ve mantık süzgecine başvurarak artık meseleyi anlamaya çalışırız inşaalah.
3- Dünyadaki tüm kötülüklerin Allah’ın yaptığını, aynı anda aciz olduğunu da, hâşâ, söyleyip çelişki içinde olduklarını gözardı etme.
Şu bir hakikattır ve imanın altı şartındandır ki her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Hayırların da şerlerin de yaratıcısı odur. Ama bir şey ya bizatihi güzeldir ya da binnetice olarak güzeldir. Şerler de aslında binnetice güzel olması hasebiyle aslında onlar da gizli hayırdırlar. Mesela musibetler, hastalıklar zahiren kötüdür ama kişinin tecrübe kazanmasına, acizliğini anlayıp sonsuz bir güç olan Allah’a dayanmasına vesile olduğu için aslında hayırdırlar. Ateş, yangına da sebeptir, gıdaların pişmesine de, ısınmaya da. Ateşle hayırlı işler de yapılabilir, şerli şeyler de. Hakeza bıçak yaralanma ve ölümlerde de kullanılabilir, hayatı kolaylaştıran faaliyetlere de. Onun için “halk-ı şer şer değildir, kesb-işer şerdir.7” Yani şerlerin yaratılması şer değildir, şerlerin işlenmesi şerdir. Ama gel gör ki şerlerin işlenmesini iradeleriyle gerçekleştirdikleri halde bunların yaratılışındaki külli hikmetleri yok sayıp yaratılışlarını şer olarak görüp Yüce Allah’ı haşa suçlu sayıyorlar. Oysaki her akıl sahibi şunu bilir ki şerlerin işlenmesinde işleyen kişinin iradesi devre dışı değildir. Ayrıca Allah hem bu kadar her şeyi yapıyorsa sonsuz güç sahibidir, hem de aciz oluyorsa bunda büyük bir çelişki vardır. Acaba bu çelişki içinde olanlar sahip oldukları aklı devre dışı bırakıp o akla hakaret etiklerini biliyorlar mı? Allah her şeye kadirdir. Her şeye gücü yeter. Her şey O’nun emriyle meydana gelir. O’nun izni, emri olmadan bir yaprak bile düşmez. Ama bizi Allah irade sahibi yaratmıştır. Biz irade edip arzu ettiğmiz şeyleri, bizim için yaratıp nasip ediyor. Ama iradeyi yok sayıp sadece Allah’a suçu isnat etmek akıl, mantık ve vicdana aykırıdır.
Kâinat’ta sünnetullah ya da adetullah kanunlarına baktığımızda hiçbir şeyde ve hiçbir yerde, beşerin bulaşık eli karışmaması kaidesiyle, adaletsizlik ve abesiyet yoktur. Beşerin eliyle vuku bulan zulümlere, adaletsizliklere gelince eski çağlarda adaletten şaşırıp zulmeden, isyan eden kavimlerin başına gelen ilahi tokatlar ve musibetler Allah’ın bu konudaki adaletinin bir tecellisi ve delilidir. Bu dünyada tabiri yerindeyse hesabı kesilmeyen zulum ve adaletsizlikler ise zerre miktarı kadar iyilik ve zerre miktarı kadar kötülüklerin kaybolmadığı ve hepsinin hesaba çekildiği ahirete bırakılmaktadır. Daha doğrusu bu dünyadaki gözle görülen İlahi hassas adalet, bu dünyada hesaba çekilmeyen işlerin, cezalandırılmayan zulümlerin aslında bir başka aleme bırakıldığının açık delillerindendir. Yumurtadan yeni çıkan aciz, küçücük bir yavrunun imdadına akıldan mahrum olan annesinin koşması, onu beslemesi, büyütmesinde İlahi adaletin ne kadar bariz olduğunu görüyoruz ve bu duruma ters bir olayı ne aklımıza ne de vicanımıza sığdıramiyoruz. Ama akıl, şuur sahibi insanların uğradığı zulümler, haksızlıklar bu dünyada hesabı görülmeden, cezası kesilmeden ölüp gidiliyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde yok olup gidiyor. Bunların sonuçsuz kalması, mazlumun hakkını almaması, zalimin ise çektirdiğinin cezasını çekmemesi hiç akıl kârı mıdır? Hiç vicdan kabul eder mi? Kâinat’ta bir otun, bir dalın, bir yaprağın bile hakkı muhafaza ediliyorken insanın böyle başı boş olmasının mümkinatı var mıdır? Demek ki yok olunup gidilmiyor. Başka dâimi ve sermedi bir aleme te’hir ediliyor(erteleniyor.)
4- Hayatın milyonlarca güzel tarafını değil, geçeci ve imtihan gereği olan eksikliklerini görüp ve özellikle gösterip insanları ve bilhassa gençleri İslâmîyet’ten uzaklaştırma.
Hayatın milyonlarca hatta sayısız güzel tarafları var. Gündüzün ayrı ayrı güzellikleri, gecenin ayrı ayrı güzellikleri vardır. Kışın ayrı ayrı güzellikleri, yazın ayrı ayrı güzellikleri vardır. Sabahın ayrı ayrı güzellikleri, akşamın ayrı ayrı güzellikleri vardır. Bu güzelliklerin bir kısmı maddi olarak algılanıp istifâde edilir, bir kısmı manevi cihazatlarımız olan his ve duygularımızla hissedilir. Göz görmekle, kulak işitmekle, el dokunmakla, dil tatmak ve meramını izah etmekle, şuur, akıl, ruh sonsuz haz ve lezzetlerle mükafatlandırılır. Yukarıdaki maddelerde denildiği gibi hayatın sonsuz güzelliklerini görmeyip imtihan gereği ve aslında istidat ve kabiliyetlerimizin inkişafı için yaratılan aksaklıklara nazarları çevirip hayatın kötü olduğunu, sıkıcı ve şerli yaratıldığını, bundan dolayı da bu şekilde yaratan Yüce Yaratıcı’nın haşa kötületilmesi hangi akla, hangi mantığa ve hangi vicdana sığar? Akıl ve vicdan sahiplerine sormak lazım.
Hakikat cihetinde inanan ve şükreden bir insan hiçbir zaman kaybetmez. Ni’met verildiğinde şükreder, musibete girftar olduğunda sabreder. Şükür de, sabır da insana hem bu dünyada hem ahirette sonsuz mükafatlara vesiledir. Her şeyden önemlisi; Allah’ın rızasını kazanmaya vesiledir. Dolayısıyla inanan ve verilen ni’metleri görüp şükreden bir insanın kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Âleminde hiçbir şey karanlık değildir, kendisi karamsar ve umutsuz değildir. Gayret ve azmle daima nümune-i misaldir (örnektir.) Hayatın güzellikleriyle donatıldığı için hayırlı işleri üzerine çekip bu hayırları yayandır. Rabbim daima böyle olmayı cümlemize nasip etsin.
5- Tembellik hastalığıyla, çalışmak istememe, hazıra konmaya çalışma.
İnsan oğlu fıtraten imtihan gereği tembelliğe meyillidir. Ama bu tembelliğe karşı akıl, irade, niyet, azim, gayret ve faaliyetteki lezzetle bu tembelliğin üstesinden fevkalade gelebilir bir şekilde yaratılmıştır. Tembellik her asırda her insanda var olan bir hastalıktır. Ama maalesef günümüzde bu tembellik hastalığı zirveye ulaşmış bir vaziyet almıştır. Ayrıca sonucuna da katlanılmıyor. Yani ben çalışmıyorum, bundan dolayı da durumumun iyi olmaması gayet normaldir denilmiyor. Her şeyden ve herkesten hak dava edip yakınıyor. Çalışmak istememe fiiliyata dönüşüyor. Yani hiçbir iş yapmıyor. İş yapmama neticesi fakirlikle sonuçlanıyor. Fakir olunca da, neden Allah fakir yarattı, neden benim de maddi durumum iyi değil, neden bana ni’metler durup dururken verilmiyor? Diye isyanlara giriliyor. Bu isyanlar da şüphesiz evvela Allah’a yönelik oluyor. Ardından da Allah aciz olmasa idi bizi böyle sersefil yaratmazdı diye küfre giriyor. Yani önce bir günah iken, sonradan isyan ile küfre dönüşüyor. “Günahlar kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra ta ki nur-u manı(iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. 8” Sırrına mazhar oluyor. Bu suçlama anne babaya, aileye, devlete, otoriteye vs. her şeye karşı başlatılarak bir inançsızlıkla beraber bir kaosa da sebep oluyor ne yazık ki. Bu konuda otoritenin, zenginlerin ve ailelerin de üzerine düşen çok şeyler vardır. Onu da bir sonraki maddelerde açıklamaya çalışacağım.
6- Karanlık güçlerin İslam Âlemi içine fitne koyma, parçalamaya çalışma. Bunu da birkaç alt başlıkta sıralarsak;
a) Bunun için gençleri, şehevi, enaniyet (ego) gibi hevesatlarından yakalayıp onları kullanarak aileye, anne babaya ve Allah'a karşı getirerek psikolojik bunalımlara ve sosyolojik çatışmalara sürüklemek.
b) Hızlı bir şekilde yayılıp gençleri celp eden İslâmîyeti yok etme.
c) Gittikçe, maddi olarak güçlenip ve ittihada doğru ilerleyen İslâm Âleminin bu girişimini inançsız, gayesiz, şuursuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemek.
Bir milletin, bir ülkenin en büyük teminatı ve geleceği şüphesiz ki neslidir, gençleridir. Nesli tükenen canlılar nasıl ki yok olup gidiyorsa aynı kanun biz insanoğlu için de geçerlidir. Bunu her aklı başında olan kişiler ve kuruluşlar bilir ve rakip olarak gördüğü milletlerin en büyük geleceği olan gençleriyle uğraşır. Savaşlarda cephede yenemediği milletlerin gençlerinin akıllarını başlarından alıp ifsat edecek fitneler bulup içine sokar. Kıskançlık, hased, haksız kazanç, isyan, merhametsizlik, hürmetsizlik, emniyetsizlik(güvensizlik), haram helale dikkat etmeyip haramlardan çekinmemek serseriliği bırakmamak, itaatı terketmek, sefahatı, açık saçıklığı, şarabın, uyuşturucunun yaygınlaştırılması. Bunlar bir nesli yok eden en belirgin şeyler. Zinanın, isyanların, cinayetlerin artmasına; sanat, zanaat, ticaret ve çiftçiliğin durmasına; içtimai hayatın yok olmasına, dolayısıyla bir toplumun yok oluşuna sebep olan şeylerdir. Bunları, insanın imtihanı gereği zaten nefis v şeytan görünmez birer aktör olarak istemekte ve insanı bunlara sevk etmektedir. Ama gel gör ki insan suretinde şeytan vazifesini gören bir sürü kişiler, bazı kurum ve kuruluşlar, örgütler de bu vazifeyi omuzlamakta ve toplumu yok etmeye, insanların ve özellikle de gençlerin maddi ve manevi hayatını yok etmeye çalışmaktadır.
Bunlara karşı gençlerimizi ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerine göre işlere, mesleklere, sanat ve zanaat dallarına sevk etmek gerek. Bir şeyleri yaptıkça, bir eser vücuda getirdikçe, birilerine yardımı dokundukça, birilerinde taltif ve taktir gördükçe mutlu olacaktır, daha çok çalışacaktır, daha çok kimseye yardımcı olabilecektir, kendisiyle barışık olacaktır, kendisiyle barışık olduktan sonra sair insanlarla da, çevresiyle de ve özellikle yaratıcısı olan Allah Celle Celaluhu’yla da barışık olacak. İlgili olduğu işlerde ilerledikçe ondaki incelikleri, harika yaratılış mucizelerini, insanoğlunun dahi yapmakta aciz olduğu İlahi kanunları görecek ve Allah’ın kudretini idrak edecektir. Kendisini tanıyacak ve “Kendini bilen, Rabbini de bilir.” vecizesinin müjdesine masadak olup marifetullah ve muhabbetullah mertebelerine nail olacak. İnsanların en faydalısı ve onların en hayırlısı olacaktır.
a) Gençlerimiz, şehevi, enaniyet (ego) gibi hevesatlarından yakalayıp onları kullanarak aileye, anne babaya ve Allah'a karşı getirerek psikolojik bunalımlara ve sosyolojik çatışmalara sürüklemek istiyorlar. Bunun bazı çözümlerini şu şekilde ele alabiliriz. Anne babalar olarak aile içinde azami derecede mahremiyete dikkat etmemiz lazım. Zira küçük yaşlardan beri mahremiyet adablarına uyulması şarttır. Hele hele ergenlikte ve ergenliğe yaklaşıldığı dönemlerde bu kurallara maksimum derecede uymak büyük bir önem arz etmektedir. Yoksa gençlerin bilinç altları mahremiyete dair müthiş derecede yara alır. Bu bilinç altındaki vaziyet, ergenlikte gençleri bombardımana tabi tutar. Ve ne yazıktır ki tacizler, tecavüzler, zinalar, nikahsız birliktelikler başını alıp gider. Bunlara bir de sosyal medya ve fuhuşiyat yayan sinema ve diziler eklenince artık iş zıvanadan çıkar maalesef. Onun için ev içinde anne babalar olarak davranışlarımıza, giyim kuşamımıza, izlediklerimize dikkat etmemiz lazım.
Ülkemizin bir çok yerinde bu mahremiyet ve tesettür kaideleri hızlı bir şekilde yok olup gitmektedir. Artık sahil kenarındaki yerleşim yerlerimiz ile iç kesimlerdeki yerler arasında bir fark kalmamış. Sırf mahremiyetten dolayı sahil yerlerindeki tatillere gitmeyen bir çok muhafazakâr aileler ne yazık ki şehrinde, köyünde, mahallesinde, sokağında hatta evinin içinde bile bunlara maruz kalmakta ve bu hastalığın ızdırabıyla kıvranmakta. Pandemi döneminde uzaktan dersler esnasında maalesf gördüğümüz tablo içler acısıydı. Dışarıda tesettürüne dikkat eden bir sürü annelerimiz evin içinde çocuğunun yanında tamamen tesettüre aykırı durdukları şahit olduğumuz bir durumdu maalesef. Aynı durum babalarımız için de söz konusu. Oysaki bizim çocuklarımız bizi rol model alır. Dediklerimizi değil yaptıklarımızı yaparlar.
Dinimiz mahremiyete o kadar önem vermiş ki kapıyı çalıp içeridekilerden izin almadan içeri girmemeyi emretmiştir. Anne babanın odasına kapıyı çalmadan içeri girmeyiniz deniliyor. Peygamberimiz(S.A.V.) bir gün bu konuyla ilgili sahabelerine ders verirken bir sahabi: “Ya Resulullah, annem yaşlı ve ikimizden başka kimsemiz yok. Ben de mi eve girerken kapıyı çalmalıyım?” diye sorunca Efendimiz: “Sen anneni üryan(çıplak) görmek ister misin? diye soruyor. O genç sahabi : “Hayır ya Rasulullah.” Cavabını verince Efendimiz: “O zaman sen de kapıyı çalıp izin aldıktan sonra içeri gireceksin.9” Diye buyurur.
Bir evin yanından geçerken evin içini gizlice gözlemlemeye çalışan birini ise Efendimiz mahremiyeti ihlal ettiği için Medine’nin dışına sürmüştür. Yine bir başka misalde Peygamberimiz onun evine doğru gelmekte olan Abdullah ibni Ebi Mektum Hazretlerini görünce “Ya Aişe evin içine gir, Abdullah geliyor.” Buyuruyor. Aişe annemiz: “Ya Rasulalluh o a’ma(kör) değil mi, görmüyor ki.” Deyince Efendimiz: “O görmüyorsa sen de mi görmüyorsun?” diye buyurarak hem kadının hem de erkeğin karşı cinsten ictinab edip bakmaması gerektiği derslerini veriyor. Mahremiyet ve tesettür meselesi hafife alınamayacak külli olumlu ya da olumsuz sonuçları doğuran bir meseledir. Rabbim bu konuda istikametten ayırmasın.
Gençleri baştan çıkaran bir başka konu ise ego. Ego ile öz güven karıştırlmamalı. Egoist insan herşeyi yapabileceği imajını oluşturmaya çalışsa da aslında çok acizdir ve o acizliği bastırmak için çırpınıyordur. Her şeye meydan okuma, her şeyi hakir görme, ker kesten kendini üstün görme belli bir yerden sonra her şeyden mahrum kalmaya, herkesten uzaklaşmaya ve kendiyle çelişki yaşamaya sebep olur. Günümüz gençleri sosyal medyanın da tesiriyle ego konusunda adeta hipnoz edilmekte olup zaman zaman güya kendini ispatlamak için akla hayale aykırı tehlikeli işlere girişmekte olup kendisine ve çevresine zarar vermektedir. Her anne babanın üzerinde farzdır ki çocuklarını küçük yaşlardan itibaren bu tarz cereyanlardan uzak tutsun. Çocuklarımızın bu tarz sosyal medya ve çevreden uzak durabilmeleri için ise onlarla özel ilgilenmek lazım. Küçük yaşlardan beri onlarla sohbet etmek, özellikle “Yedi yaşına kadar onlarla oyun oynamak, yedi-on beş yaş arası onlarla arkadaş gibi olmak ve on beş yaşından sonra ise onlarla istişare etmek lazım.10” İyi arkadaşlıklarla arkadaşlık etmelerini, haysiyetlerini koruyacak, helalden kazanacak ortamlarda çalışmalarını sağlamak lazım. Bizim çevremizden kendini bilen insanların tecrübelerinden faydalanmaları için ise bizim sağlam, kaliteli ve ahlâki değerlere sahip bir çevreye sahip olmamız lazım. Zira bilimsel bir çalışma ile sabittir ki insanın üzerinde en fazla etki sahibi olan faktör çevredir. Ondan sonra inanç, özgüven ve bilgi birikimi gelir. Hasıl-ı kelam; bizim kendimize çeki düzen vermemiz, kendini bilenlerle haşir naşir olmamız ve en büyük yatırımı ise evlatlarımıza yapmamız lazım. Onlara en büyük yatırım ise, onları İslâmî terbiye ile büyütmek, bunu en güzel yolu ise onlara nümune-i imtisal (rol model) olmak, onlarla kaliteli vakit geçirmek, helal lokma ile büyütmek… işte o zaman gençlerimiz başkalarının değil, bizim kontrolümüzde olup zararlı cereyanlardan korunmuş olurlar.
Evlerimizde günde bir defa da olsa beraber yemek yemek, beraber namaz kılmak, beraber kitap okumak, dertlerimizle dertleşip problemlerimize çözüm aramak aradaki bağı o kadar kuvvetli tutar ki Allah’ın izniyle hiçbir güç aradaki o bağı koparıp bizle evlatlarımız arasına duvar öremez.
b ) Hızlı bir şekilde yayılıp gençleri celb eden İslâmîyeti yok etme.
“İslâmîyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz kapamakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.11” Bu bir düsturdur, bir hakikattır. Peygamberimiz (S.A.V.) İslâmîyet’in yeryüzüne hâkim olmadan kıyametin kopmayacağını buyurmaktadır. Ama tekrar bir bozulma ve ifsattan sonra kıyamet kopacaktır ki bunu bilen İslâmî inanç düşmanları İslâmîyet’in hâkim olmaması için ve direkt ifsad komiteleriyle toplumları ve özellikle de Müslümânları tamamen bozmaya çalışarak güya İslâmîyet’in hâkim olmasını engellemeye çalışıyorlar. Bu konuda bize düşen her gün İslâmîyet ni’metinden en güzel şekilde faydalanmak, yani yaşamak ve elimizden geldiği kadar yaşamasına vesile olmaya çalışmak, emr-i bil ma’ruf vazifemizi kavli ve fiili olarak yapmak, her alanda vazifemizi hakkıyla ifâ etmek, işlerimizi, insanlığa ve Müslümânlığa layık bir şekilde düzgün yapmak, bulunduğumuz makamların hakkını vermek, aramızda adaleti, muhabbeti, kardeşliği tesis etmek. İşte o zaman hızla yayılan İslâmîyet’i Allah’ın izniyle engelleyemeyecekler. Ayrıca yayılan İslâmîyet ni’metinden de istifâdemiz kat be kat ziyade olacaktır.
c) Gittikçe, maddi olarak güçlenip ve ittihada doğru ilerleyen İslâm Âleminin bu girişimini inançsız, gayesiz, şuûrsuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemek.
Müslümânlar’ın birleşmesi, İslam Alemi’nin ittihad edip her konuda şûra ile teşrik-i mesai etmeleri Müslümânlar cihetinde zorunlu bir meseledir. Allah’a şükürler olsun ki gün geçtikçe gerek teknoloji’nin gelişmesi, gerek bilimin ilerlemesi ile İslâmîyet’in hızlı bir şekilde yayılması bazı karanlık güçleri ciddi manada rahatsız etmektedir. Bediuzzaman Hazretleri “İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir.12” Batılı devlet ve milletler için ise: “… Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'an'ı kabule çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika'nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükûmetleri Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat'iyen Kur'an'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.13” Bu müjdeler Bediuzzaman Hazretleri’nin öngörüleridir. Ayrıca biz de bu gün müşahede ediyoruz ki kalp ve vicdanların asıl tesellisi olan İslâmîyet, insanlar arasında hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Çünkü beşeri vaâdlerin hiç biri insanı tatmin edemez. Çünkü hiç biri insanın ebedi yaşama saadetini temin edemez. Hiç biri kabir kapısını kapatamaz. Hiç biri tam manasıyla insanın maddi ve manevi latifelerini doyuramaz. Semavi dinlerin vaâdlerine gelince zaten onların sonuncusu, en kâmili, en mufassalı ve tüm dünyaya gönderileni İslâmîyet’tir. Dolayısıyla bu gün mantıklı ve tarafsız bir araştırma yapacak her semavi dinin mensubu İslâmîyet’e teslim olmak zorundadır. Çünkü İslâmîyet onların dinlerini kesip atmiyor, onların kendi zamanlarındaki dinlerinin karşılığının İslâmîyet olduğunu söylüyor. Bu bir hakikâttır ki hakiki İsevi dinin mensupları da ahir zamanda İslâmîyet’e gireceklerine dair rivayetler vardır. Bu gün de hızla İslâmîyet’e girdiklerini görüyoruz. Bu da şüphesiz, dünya çapında İslâm eksenli bir birlik ve beraberliğe vesile olacaktır inşaallah.
Bunun bilinmesi ve görülmesinden rahatsız olan çevreler, gruplar yani insi şeytanlar bunu engelleyemedikleri için bu defa gençleri ve inananları inançsız, gayesiz, şuursuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemeye çalışıyorlar. Bu gün uyuşturucunun yaygınlık kazanması sadece ticaret değildir. Bu yollarla para kazanma ikinci derecede hedeflerdir. Asıl hedef topluma yük olan ve hatta başına bela olan bir gençliğin vücut bulmasıdır. Gençleri bu cereyanların kucağına atan, bu tarz eylemlerin içine sürükleyen, onları umutsuzluğa sevk edip âtıl bıraktıran şüphesiz ki biz Müslümânların İslâmî ahlâkı yaşamamamız, aramızda adaleti tesis etmememiz, hak hukuka riayet etmememiz gibi ana sebeplerin yanında, aile hayatında ise ilgisizlik, alakasızlık, sevgisizlik gibi sebepler sıralanabilir.
Ailede çocuklarımıza karşı, eşlerimize karşı ilgisizlik, sevgisizlik sebeplerin genel sebepleri ise kanâatsızlık, israf, şükürsüzlük, görenek belası gibi sebepler sıralanabilir. Elindekiyle, işiyle, yetinemeyen baba ya da anne biraz daha kazanmanın, biraz daha yükselmenin peşinde koşuşurken aileyi, eşini, çoluğunu, çocuğunu ihmal eder. Hatta akraba bağlarının zayıflamasının sebeplerinin başından da bu kanâatsızlık, şükürsüzlük gelir. İlgi, alakadan, sevgiden mahrum kalan çocuklar, hatta eşler bu ilgiyi, sevgiyi başka yerlerde arar ve dost zannettiği karanlık güçlerin kucağında bulur kendilerini.
Bizleri bu denli maddiyata karşı hırslı kılan şey ise görenek belasının yanında maddiyatta batıp maneviyatta gabileşmektir. Manevi hassasiyetlerimizin zayıflaması ya da Allah korusun tamamen yok olmasıdır. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. 14” Biz öyle bir hale geldik ki sadece maddiyatla her şeyi kabul etmeye, maddiyatla değerlendirmeye, maddiyatla hareket etmeye başladık. Maddiyata karşı aşırı hırs insanın gözünü kör eder, manevi latifelerini köreltir, kalbini karartır, latifelerini öldürür, en yakın dostuyla bile arasını açıp düşman eder.
Biz helal dairede çalışıp kazanmaya çalışırken rızkımıza da razı olacağız. Çünkü her şey kader ile tayin edilmiştir. Rızkımıza razı olacağız ki rahat edelim. Yoksa sürekli her şeyden şikayet ederek enerjimizi tüketiriz, evlatlarımızla geçirecek vaktimiz kalmaz, hayatımızı zindan ederiz. Bizim bu yönümüzü gören evlatlarımız ise bizden uzaklaşıp giderler maalesef.
“Eğer biz ahlâk-ı islâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâlatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.15” İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak ise; ailede, işyerlerimizde, ticaretimizde, sosyal hayatta İslâmî ahlâkla ahlâklanmaktır. O zaman hem evlatlarımıza, toplumumuza sahip çıkmış oluruz, hem de efalimizle, ahlâkımızla sair toplumların İslâmiyet ni’metiyle tanışmalarına vesile olmuş oluruz.
Hazreti Ömer döneminde Müslümân olmayan bir kabile, fidye karşılığında dış güçlerin saldırılarından korunmaları karşılığında Müslümânlar’ın himayesine girmeyi teklif ederler. O zaman İslâm ordularının Suriye birliklerinin başında Aşere-i Mübeşere’den olan Hazreti Ebu Übeyde İbn-i Cerrah vardır. Müslümânlar teklifi kabul edip fidyeyi alırlar. Bir müddet sonra İslâm ordusuyla Bizans arasında savaş başlar. Bu durumda Bizans ile çetin bir savaşa girecek olan İslâm ordusu o kabileye gelecek herhangi bir saldırıyı engelleyemezdi. Onun için Ebu Übeyde İbn-i Cerrah Hazretleri bir heyetle kabileyi ziyaret edip bundan sonra onları koruyamayacaklarını dile getirip dolayısıyla da onlardan aldıkları fidyeyi geri verirler. Kabile kendilerini dış güçlerden koruyacak kadar güçlü değildi ve bundan dolayı para karşılığında korunma talep etmişlerdi. Müslümânlar isteseler fidyelerini geri vermeyebilirlerdi. Bu durumda onların Müslümânlar’dan bunu taleb edecek güçleri zaten yoktu. Yani Müslümânlara, tamamen İslamî ahlâklarının ve haram rızıktan korunmanın dışında bunu yaptıracak başka bir sebep yoktu. Kabile bunu biliyordu ve Müslümânlar’ın bu davranışlarından çok etkilendiler. Bu olsa olsa, Müslümânlar’ın hak bir dine mensup olmalarından dolayıdır, diye düşünüp kendi aralarında istişare ederek toplu olarak Müslümân oldular. Yani bir hakkaniyetli davranış, tek bir haksız kazançtan kaçış, tek bir adilâne davranış bir kabilenin toplu olarak Müslümân olmalarına vesile oluyor.
Yine başka bir misal verecek olursak; günümüzde canlı bir örnek olan Endonezya’nın Müslümân oluşu. Endonezya, malumdur ki en büyük Müslümân nüfusa sahip bir ülke. Ve bu ülkenin İslâmiyet’i kabul edişi Suriyeli Müslümân bir tüccarın dürüst davranışı ile gerçekleşmiştir. Yani o ülkenin Müslümân oluşunda ne bir kılıç sallanmış, ne bir kurşun sıkılmış. Ne ölen olmuş ne de öldürülen. Zaten İslâmiyet de bunu istiyor. Savaşılan ülkelerin ekseriyeti İslâmi tebliğe engel oldukları içindir, yoksa onların İslâmiyet’i kabul edip etmemesinde hiçbir zaman İslâm karışmamıştır. Asr-ı Saadete’e baktığımızda Mekkeli müşriklerle Hazreti Muhammed arasındaki diyaloğu sağlayıp antlaşmalarda hakemlik yapanlar ekseriyetle Müslümânların dışındaki milletler olmuştur. Yani İslâm inanmıyor diye bir başkasıyla savaşmayı değil, inanca, tebliğe engel olup zulmedenlerin bu uygulamalarını engellemek için savaşmıştır. Yoksa hep barış, diyalog, kavl-i leyyinle muâmele etmiştir. Evet İnsaniyet-i bübra olan İslâmî ahlâkın yaşatılması fıtrata uygun olduğu için bu ahlâkın yaşatılması ve bu vesileyle yaygınlaştırılması her insanoğlunun taleb ettiği bir arzusudur. Bu ahlâkla büyüyenler başka cereyanlara temessük etmeyecekler. Her türlü şerli şebekelerden korunmuş olacaklar. Bu da demek oluyor ki biz İslâmî ahlâkla ahlâklandıktan sonra hem korunmuş oluruz, hem neslimizin korunmasına vesile olmuş oluruz ve hem de nice insanların ve milletlerin bu güzel ni’metle tanışmalarına vesile oluruz.
7- Maddi menfaate batan ve sürekli maddiyat için çırpınan günümüz Müslümânları'nın sosyal bir köprü vazifesini gören zekât, sadaka gibi hasletlerden uzaklaşmaları
Günümüzde maddiyata karşı aşırı bir rağbet arttı. Maddiyat, mal biriktirmek her problemin çözümü, her hastalığın ilacıymış gibi bir anlayış var. Mal biriktirme hırsı ne yazık ki bizi zaman zaman kredi gibi faiz yollarına bulaştırıp, zekâtın verilmemesine itmektedir. Para pula karşı aşırı hırs sanki ölmeyecekmişiz gibi maddiyata daldırarak çevremizdekilerden, akrabalarımızdan hızla bizleri uzaklaştırmaktadır. Zekâtın verilmemesi ise ihtiyacı olan inananların mahrum kalmalarına, duygusal ve fiziksel olarak bizlerden uzaklaşmalarına sebep oluyor. Gençleri kendilerine bağlayıp farklı menfi olan eylemlerin içine sokmaya ve inançlarından uzaklaşmalarına çalışan nice menfi gruplar bu sırrı bildikleri için onları burs gibi, sosyal yardım gibi maddi desteklerle kendilerine bağlayıp kullanabiliyorlar. İşte Rabbimiz bunun için zengin Müslümânlar’ın, hiçbir maddi karşılık beklemeksizin ve sadece Allah emrettiği için, mallarının zekâtlarını vermelerini farz kılmıştır. Böyle olunca da zekâtı alan Müslümân aldığı malı zenginden değil de Allah’tan bildiği için minnet duygusuyla ezilmekten kurtulmuş olur ve İslâmiyet’e daha çok sarılır. Zekât, fakir Müslümân’ın hakkı olduğu için, toplumdaki fakir gayr-ı Müslümler için ise yüce dinimiz, müsait oldukça sadaka vermeyi tavsiye etmiştir. Böylelikle onların da gönlü hem İslâm’a, hem Müslümânlara ısınmış olur ve hem de toplumda manevi bir köprü görevi de görülerek zararlı düşünce ve eylemlerden de kurtulma vazifesi görülür. Asırlar boyunca İslâm toplumlarında Müslim gayr-ı müslim, zengin fakir, kentliler köylüler vs. grupların barış içinde yaşamalarının en büyük hikmetlerinden biri zekât ve sadakadır.
Zekât dinimizde farz olup İslâm’ın beş şartından biridir. Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde namazla birlikte “namaz kılınız ve zekat veriniz” şeklinde zikredilmiştir.
Bakara Suresi, 83. Ayet’te Rabbimiz : "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin" diye buyurarak sosyal köprü vazifesini gören asıl davranışları bize göstermiştir.
Zekât gibi farz ibadetlerin toplumda zayıf duruma düşmesinin sebeplerinden biri de maalesef Kur’an-ı Kerim’in emriyle haram kılınan israfın had safhaya ulaşmasıdır. İktisat etmek israfı önleyen en güzel şeydir. İsrafın önlenmesi malın bereketlenip çoğalmasına, malın çoğalması kanâatın artmasına ve zekâtın verilmesine vesile olur. “Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bi't-tecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref'-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.16”
Zekâtı engelleyen bir başka duygu ise hırstır. Hırs ile gayret tamamen farklıdır. Gayret; Allah’ın emirlerini yerine getirip daha sonra Allah’ın helal kıldığı ve kazanmamızı emrettiği helal rızkın, ilmin ve faydalı olan herşeyin peşinden Allah’ın rızası koşmaktır. Kazanıldığında şükrü eda edilir ve zekât gibi fakir fukaranın hakkı olan payı verilir. Hırs ise; mal, mülk, sosyal statü, makam, mevki gibi konularda ne şekilde olursa olsun, haram helal demeden, gece gündüz demeden, bedene ve psikolojiye de aşırı yüklenip yıpratarak, câiz olamayacak şekilde arzu edilen ve elde edilmek istenen şeyin peşinde koşmaktır.
Farz ibadetlerimizden sonra helal rızık kazanarak zengin olmak ve fakir fukaranın hakkı olan zekatı vermek her Müslümân’ın boynunun borcudur. Müslümân’ın başkasına muhtaç olacak kadar tembellik etmesi dinen yasaktır. Psikolojik olarak da bir çok bunalımın, sağlıksız yaşamın sebebidir. Toplumda çeşitli sebeplerle fakir duruma düşüp zekata muhtaç duruma düşen bir Müslümân zengin din kardeşlerinin verdiği zekata göz dikip artık çalışmayı bırakması da câiz değildir. Çünkü herkes başta farz ibadetlerini ifâ etmekten sonra çalışmaları yine Yüce Rabbimizin bir emridir. Rabbimiz İnşirah Suresi Yedinci ve Sekizinci ayetlerinde: “O halde bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul ve yalnızca Rabbine yönel.” Diye buyurarak bu hakikate nazarları çevirmiştir. Bu düstura yapışmak toplumda bir çok zararlı fikir ve eylemlerin önünü kesecektir.
8- Başta aile içi olmak üzere akrabalık bağlarının zayıflaması ve gençlerin bu boşluğu sosyal medyadan, tanıdığını zannettiği ama tanımadığı kişilerin varlığıyla doldurmaya çalışması.
Dinimiz İslâm akrabalık bağlarına çok önem vermiştir. Akrabalık bağları kuvvetli olan toplumlar şüphesiz her koşulda ve her olumsuzluklar karşısında dimdik ayaktadır. Güçlü bir akrabalık bağı güçlü bir aile bağına bağlıdır. Dinimiz, başta anne babamıza, kardeşlerimize olmak üzere akrabalarımıza sahip çıkmamızı emir buyurmuştur. Onun için zekat gibi farz yardımlar evvela kardeşler gibi Müslümân ve fakir yakın akrabanın hakkıdır. Başta aile içinde olmak üzere akrabaların hallerini sormak, yardımlarına koşmak, zor günlerinde yanlarında olmak, mutlu günlerini onlarla paylaşmak akrabalık bağlarını güçlendireceği gibi bir çok hayır kapılarının da açılmasına vesile olacaktır. Bu ise gençlerin derdini paylaşmak için, problemlerine çözüm aramak için, sevinçlerine birilerini ortak etmek için tanımadığı kişilere değil, kendi akrabalarına gitmesini sağlayacaktır.
Sosyal medya üzerinden bir çok kez gerçek kimliklerini gizleyip zararlı fikirlerini topluma bulaştırmada sınır tanımayan kişiler aslında gerçek hayata bu pervasızlığı gösteremezler. Çünkü yüz yüze olan diyaloglarda insanlar sınırsız davranamazalar. Ya muhabbet eder, ya çekinir, ya merhamet eder ya da hürmet etmek zorunda kalır. Bu da en azından zararlı kişi ve grupların faaliyetlerini sınırlar.
Sınırları belirlenmiş, kaliteli ve dengeli akrabalık ilişkileri toplumda bir çok olumsuzlukların önünü kestiği gibi bir çok olumlu kapıların açılmasına da vesile olur.
9- Aile içi huzursuzluk, anne baba geçimsizliği
Aile içi huzursuzluğun bir çok ana sebebi vardır. Maddi geçimsizlik, sevmeden evlenme, ya da eşler evlenirken birbirlerinin sadece belli özelliklerine odaklanıp diğer özelliklerini ihmal etme, anne baba olmak üzere ailenin sair fertlerin eşlerin ilişkilerine karışmaları anne baba geçimsizliklerinin ana sebepleridir.
Maddi geçimsizliğin sebebi; ya kanaatsizlik, ya israf ya da işsizliktir. Müslümân sabırla bir işte sebat edip gayretle çalışmalı. Çalışacak işi yoksa gücü ve kabiliyetine göre iş arayışına girişip çırpınmalı. Bu süreçte yaşadıkları problemleri eşi ve çocuklarıyla istişare ederek çözmeye çalışmalı. Çok zor duruma düştüğünde şeref ve haysiyetinden ödün vermeden sosyal yardımlaşma kurumlarına baş vurup, iş buluncaya kadar, maddi destek almalı. Bu süreçte zengin Müslümânların zekat taleplerini değerlendirip geri çevirmemeli. iş bulup alnının teriyle geçimini sağlamanın yollarını aramalı.
Sevmeden evlenmenin sebebi; görücü usulü evlilikler, anne babanın ısrarıyla evlenme, dünyevi ve maddi bazı sebeplerle sonradan uyuşamama, sadece dış görünüşe aldanıp evlilik öncesi hissi olarak yaşanılan beraberlikler (flört) gibi sebepler sıralanabilir.
Şunu belirtmekte fayda var. İslâm flörtü yasakladığı gibi, görücü usulü eş olacak gençlerin birbirlerini sevmeden ve benimsemeden evlenmelerini de yasaklamıştır.
Sehabelerden Mugîre b. Şu`be: "Bir kadına tâlip olmuştuk. Rasûlüllah, "Ona baktın mı?" diye sordu. "Hayır", dedim. "Öyleyse onu gör. Bu, aranızı bulmada etkili bir yoldur" buyurdular.17"
Ensar’dan Hidame’nin kızı Hansa, Hz. Âişe’nin huzuruna girer ve şu şikâyette bulunur:
“Babam itibarını arttırmak için beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Ben ise istemiyorum.”
Hazret-i Âişe: “Resulullah (a.s.m.) gelinceye kadar bekle.” diye oturtur. Resulullah (a.s.m.) teşrif edince, Hz. Âişe durumu ona anlatır. Resulullah (a.s.m.) hemen kızın babasını çağırtır ve evlenme yetkisini kıza verir.
Bunun üzerine Hansâ Resulullaha (a.s.m.) şöyle der:
“Yâ Resulallah! Ben babamın yaptığı bu nikâhı kabul ediyorum, ancak babaların, kızlarına evlilikte böyle yetkisinin olmadığını bildirmek istedim.18”
Yine bir başka Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz: "Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı için, soyu-sopu için, güzelliği için ve dini için... Sen dini bütün olanı seç (ki, sıkıntı çekmeyesin), elin ve evin bereketlensin. 19” Diye buyurarak aslında evlilikte en önemli şartın dindarlık olduğunu belirtir. “Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır.20” Tabi bu dindarlık şartı ahlâki ve hu