Ben bir zamanlar annesinin yemek masasının altında, yalnız başına oynayan minik bir kızdım. O zamanlarda bile bu kızın yalnızlığı hiç sevmediğini, daima birileriyle bir arada olmayı temenni edişini, ilerde yapayalnız kalacağını bilmeden ısrarla kalabalıklarda olmak istediğini ve bunu çok ama çok arzuladığını hatırlıyorum.
Yalnız oynadığı o masanın altına sığamayacak kadar büyüdüğünde, dostluk kavramıyla tanıştığı o günü de hatırlıyorum. Ve bulduğu her dostluğu kaybedişini de…
İleride çok hayal kırıklığına yaşayacağını bilse, kendinden bu kadar cömertçe verir mıydı, bilinmez. Ama ne yaşarsa yaşasın, her seferinde yeniden başlamaktan hiç vazgeçmeyip, çektiği onca acıya rağmen kimseyi günah keçisi yapmayışını kesinlikle sürdürürdü—şimdi de sürdürdüğü gibi…
Hayatına giren her yeni insana yeni bir defter muamelesi yaparak, en baştan dolduruyordu satırlarını. Çok yıpranıyor ama her insanda yeniden dolduruyordu tükenmez kalemiyle sayfalarını.
Ve iç sesi ona fısıldıyordu:
“Kimsenin günahını bir diğerine yüklememelisin!
Bir öncekinin hatasından bir sonrakini sorumlu tutmamalısın!”
Günler geçiyordu…
Ama mürekkebinin bittiğini fark edemiyordu.
Zamanla, bazen eksik bazen silik yazmaya başlasa da yazmaktan vazgeçmiyor, ısrarla devam ediyordu.
Ve bir gün, yazmaya çalıştığı boş sayfalara mürekkebini akıtamadığını gördü…
Tükenmişti.
Oysa tükenmez kalem değil miydi?
O asla tükenmezdi, yılmazdı, yıpranmazdı, üzülmezdi, kırılmazdı…
Ama olmuştu işte!
Sayfalarını doldurduğu kimseler, onun mürekkebini doldurmayı hep unutmuştu. Ve tabii o da hatırlatmayı…
Şimdi artık gerçekleri görebiliyordu. Ve bu defa mürekkebini kendi hikayesini yazmak için akıtıyordu.
Artık mürekkebinin bitmesini beklemeden, onu kendi doldurabiliyordu.
Çünkü mürekkebinin doldurulmasını, çok yanlış yerlerde, yanlış kimselerden beklemişti.
Geç olmuştu, belki güç olmuştu…
Ama öğrenmişti.
Şimdi geriye dönüp baktığında ne keşke diyordu ne de ama.
Dilinde koca bir iyi ki vardı.
İyi ki yaşandı ve öğrendim.
Kendi yolumda yürümeyi, düşe kalka da olsa, dizlerimi kanata kanata, ruhumu kanırta kanırta da olsa öğrendim.
Artık kendine yüksek sesle şunları söyleyebiliyordu:
“Yürüdüğüm yoldan emin, kurduğum ilişkilerde dikkatli ve hâlâ çok seven biriyim.”
Ve iç sesi kulaklarına usulca fısıldıyordu:
“Mürekkebini tüketme…”