İnsanoğlu, kendisi için yaratıcı tarafından belirlenen bir zaman diliminde doğar, yaşar ve yine zamanı gelince kendisi hakkında takdir edilen bir zaman zarfında ruhunu asıl emanet sahibi olan Rahman’a teslim eder. Dolayısıyla bizler de insan olarak hiçbirimiz yaşadığımız zamanı ve yeri, anne-babamızı, içerisinde doğduğumuz çevreyi, bu dünya çölüne gözlerimizi açtığımızda kendimizi içerisinde bulduğumuz imkân ya da imkânsızlıklarımızı, cinsiyetimizi, bedensel farklılıklarımızı, rengimizi, dilimizi, ırkımızı, soyumuzu sopumuzu, kabilemizi, aşiretimizi v.s hiçbirini seçmedik. Bütün bunlar, tamamen Allah tarafından bir hikmete binaen bizim için takdir edilen şeyler olmakla beraber hepimiz esasında Allah’ın bizim için seçtiği, tayin ettiği bir zaman diliminde bu farklılıklarımızla beraber birbirimizle olan münasebetlerimizi sürdürüyoruz adına hayat denen bu dünyada. Durum böyle olunca, sırf yukarıda saydığımız ve bizden kaynaklanmayan, tamamen İlahî kaynaklı olan farklılıklarımızdan ötürü hiç kimsenin hiç kimseyi zamanın dışına itmek ya da onu yok saymak gibi bir düşüncesi ya da eylemi olamaz olmamalı da. Dolayısıyla hepimiz, hem ‘’İnsan’’ olmamız ve hem de Allah’ın bizi isimlendirdiği ‘Müslüman’ sıfatını taşımamız hasebiyle bizi aşan bu tür durum ve yaklaşımlardan sakınırız ve sakınmalıyız da.
Sizler de takdir edersiniz ki hayat, bir karmaşadan, bir kaostan uyum çıkarma sanatı şeklinde yaşanabilir ancak. Parmaklarımızın uçlarına varıncaya kadar her birimizi mükemmel bir tarzda ve özellikte farklı olarak yaratan ve yaşatan Allah, her birimize farklı bir güzellik, farklı bir anlayış ve kavrayış vermiştir. Halbuki dileseydi bizi birbirimize benzer bir şekilde ve aynı özellikte de yaratabilirdi. Ama öyle olmadı. Evet, esaslı ve yaratılıştan gelen bir hikâyemiz var elbette ve her birimiz de bu hikâyenin bir ucundayız neticede belki ama bunun yanında her birimizin kendine özgü bir rengi, kokusu, tınısı vardır bu hikâyeyi anlamlı kıldığı. Tıpkı bir müziğin, yani dinlediğimiz bir bestenin notaları gibi. Dinlediğimiz bir müzikte dümdüz giden notaları düşünün, bundan insana tat veren bir armoni çıkar mı sizce? Bir bestenin olabilmesi için inişler ve çıkışlar, farklı tonlar, notalar gerekmez mi? Sanki evet dediğinizi duyar gibiyim. Evet, nitekim ben de sizinle aynı fikirdeyim. İşte öyle de her birimiz hayat dediğimiz bu bestenin farklı bir notası, tınısı, farklı bir rengi ve tadıyız. Birimiz olmazsa bestemiz eksik kalır. Demem o ki sıradan, tekdüze olursak beste olamayız. Çünkü hep aynı notaya basarız ve birbirimizi fark edemeyiz. Ancak birbirimizle anlam bulur ve birbirimizi kaybettiğimizde de eksikliğimizi hisseder ve beste olamayışımızın üzüntüsü ile yaşar gideriz, yaşamak denirse ona.
Efendimizin rahle-i tedrisinden geçen Sahabe-i Kiram efendilerimiz böyle yetişmişlerdi. Onların hiçbiri farklılıklarını birbirlerine karşı basamak olarak, üstünlük vesilesi olarak ya da biri diğerini yok sayma sebebi olarak görmemiştir. Gören olduysa da Efendimiz buna ‘cahiliye kalıntısı’ demek suretiyle uyarmış ve hâlini düzeltmiştir. Her biri farklı bir iklimin, farklı bir ulusun, farklı bir kültür ve medeniyetin insanı olmasına rağmen birbirlerinin bütün bu farklılıklarını yok saymak yerine, bunları İslam’ın kardeşlik potasında eritmek suretiyle birbirlerinin güzellik tablolarından istifade etmişlerdir. Örneğin Hz. Ebubekir, Arap asıllıydı; Efendimizin müezzini olan Bilâl, Habeşli idi; Hz. Suhayb, Yunan asıllıydı; hendek savaşında hendek kazma fikri verme açısından önemli bir yere sahip olan ve Peygamber mescidinde herkes ben falanın oğluyum, şu kabiledenim şeklinde soyuyla sopuyla kabilesiyle övünürken; ayağa kalkıp, ‘’ben İslâm’ın oğluyum’’ demek suretiyle kıyamet sabahına kadar birbirlerine farklılıklarından dolayı tahammül edemeyen biz Müslümanlara adeta ders veren Selman, Fars yani İran asıllıydı. Ama hepsi de samimi olarak birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Efendimizin müslümanın hâlini tabir ettiği üzere, adeta bir bedenin uzuvları gibiydiler ve bu olağanüstü uygulama nesiller boyu devam etti. İnsanlık, savaş meydanında, sekerât anında bir yudum suya ihtiyacı olmasına rağmen o durumda iken dahi, suyu diğerine gönderip kardeşini kendine tercih eden bu tabloya hasret şimdi. Belki de bundandır, asırlar geçmesine rağmen hâlâ onların bestesini terennüm ediyoruz. Zira kendimiz bu hayat karmaşasında zaman zaman kendisiyle dinleneceğimiz bir beste olmadık maalesef, olamadık. İnananlar olarak melodisi olmayan bir şarkı gibi kalakaldık ortada.