Bilindiği üzere insan sosyal bir varlıktır ve sosyal bir çevrede diğer hemcinsleriyle beraber yaşamını sürdürmektedir. İnsan, gerek ferdî yaşamında gerekse çevresi ile olan ilişkileri bağlamında sosyal yaşamında hayatı boyunca birçok tehlike ve afet ile karşı karşıya kalmaktadır. Kanaatimce fazla uzağa gitmeye de gerek yoktur. Çünkü özellikle de son iki yıldır dünya toplumu olarak yaşadığımız olaylar, öyle çok da fil tarihine gitmeye ve dolayısıyla oradaki tehlike, afet ve yaşanmışlıkları örnek göstermeye gerek bırakmamaktadır. Çünkü ‘’tarih tekerrürden ibaret’’ olduğu için dünya toplumu olarak bu tekerrürden hepimiz iyi-kötü nasiplenmiş bulunmaktayız ve hâlâ da nasiplenmekteyiz. Örneğin iki yıla yakın bir süredir –neredeyse iki yıl olacak- tüm dünyayı kasıp kavuran ve hâlâ birçok olumsuz etkisi devam eden covid 19 salgını, yine geçmiş zamanlarda dünyanın ve ülkemizin çeşitli bölgelerinde farklı zamanlarda meydana gelen depremler, birkaç gün öncesinde dünyanın farklı ülkelerinde ve özellikle de güzelim ülkemizin bazı illerinde ortaya çıkan orman yangınları, son olarak ülkemizin farklı il ve ilçelerinde örneğin Van’ımızın Başkale ilçesinde ve Karadeniz’in Kastamonu, Sinop gibi muhtelif illerinde ve ilçelerinde meydana gelen ve hayatı oldukça olumsuz etkileyen sel felaketleri, dünyanın muhtelif yerlerinde hemen hemen her gün yaşanan trafik kazaları, cinayetler v.s tehlike ve afetler gittikçe sıralanabilir. Kısacası günümüz modern insanın aklına gelebilen tehlike ve afetler aşağı yukarı bunlar ve bunlara benzer sayamayacağımız türden olan afet ve tehlikelerdir.
Yukarda insan aklıyla ve gözüyle bakabildiğimiz ve hepsini de görüp yaşadığımız tehlike ve afetleri bir bir sıralamaya çalıştık. Bununla beraber bir de rabbimizin bize birçok ayette defalarca arz etmeye çalıştığı bir tehlike, bir afet, bir kadîm düşman var ki kanaatimce çoğumuz o tehlikeyi, ‘’o apaçık düşmanı’’ önemsemiyor ve ondan sakınmak için çaba sarf etmiyor. O tehlike, ‘’şeytanir’racîm’’olan ‘’kovulmuş, lanetlenmiş şeytan’’ tehlikesidir. Rabbimizin bu tehlike ile alakalı kitabında bize bahsettiği vasıflar ortadadır. Örneğin ‘’kibirli, inkarcı, apaçık düşman, fakirlikle korkutan, çirkinliği ve hayasızlığı emreden, kovulmuş, kötü arkadaş, hilekâr, düzenbaz, iyilikten saptırıp kötülüğe sevkeden, kötü kuruntulara düşürüp vesvese veren, inananların arasına kin ve nefret düşüren, ‘ben’ dilini kullanıp büyüklük taslayan, insanları doğru yoldan saptırmak için ahdeden ve bu uğurda çalışan kıyamete kadar çalışacak olan, inananların dört bir yanından girmeye çalışan, sürekli onları aldatmaya çalışan, onları yalnızlaştırmaya çalışan, lanetli’’ şeklindeki bütün vasıflar Allah’ın kitabında şeytan için kullandığı vasıflardır. Durum bundan ibaret olunca geliniz, soralım kendi kendimize. Acaba yer yüzündeki hangi sel, hangi yangın, hangi deprem, hangi salgın, hangi kaza, hangi cinayet, kısacası adı her ne olursa olsun hangi doğal afet bu kadar tehlikeli, güçlü, kararlı, sinsi ve devamlı olabilir ki? Bu tehlikenin büyüklüğü o kadar önemli olacak ki Allah, ‘’Şayet sana şeytandan bir kışkırtma/vesvese gelecek olursa, ‘’hemen’’ Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.’’ der ve bizleri ona karşı kendisine ‘’hemen’’ sığınmaya davet eder. Aksi takdirde Allah’a sığınması olmayanın kendini savunması gibi bir durumu söz konusu olabilir mi?
Hâl böyle olunca biz inananlar olarak Kur’ân okurken, namaz kılarken, dua ederken, hasta halimizle Allah’tan şifa isterken v.s tüm eylemlerimizde hep o ‘’kovulmuş, lanetlenmiş şeytan’’ dan ‘’yegâne sahibimiz olan’’ olan Allah’a sığınırız. Biliriz ve inanırız ki ‘’düşmanımız olan şeytan’’ her ne kadar güçlü ve sinsi olursa olsun, kendisine sığındığımız zaman bizleri ‘’şeytanın karanlığından kendi aydınlığına çıkaracak’’ olan güçlü bir ‘’sahibimiz, bir dostumuz’’ vardır ki o da Allah’tır. Müslüman ne zaman ki dara düştüğünde, herhangi bir sıkıntıya ya da olumsuz bir duruma düçar olduğunda ‘’eûzu billahi mineşşeytânir’racîm’’ yani ‘’kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım’’ diyecek olup şeytandan ve şeytanî olan bütün olumsuzluklardan, şerlerden Allah’a sığınacak olsa ve hemen arkasından da ‘’Bismillâhirrahmânirrahîm’’ deyip rahmet ve merhametiyle bütün âlemleri kuşatan Allah’ı anarsa, ona sığınırsa Allah’ın izniyle şeytan kahrolur, kovulur, ve ona herhangi bir zarar veremez. Dolayısıyla inanan bir mümin için ‘’İstiaze’’ ve ‘’Besmele’’ esasında manevî bir zırh ve aynı zamanda bir ‘temizlik projesi’dir. Ruhu, kalbi ve bedeni kirlerden ve kötüye dair duygu ve düşüncelerden ve fiillerden arındırma projesidir istiaze besmele. Topu topuna ağzımızdan çıkacak olan bu iki cümle ile İki defa Allah’a sığınmış oluyoruz. Birincisinde ‘’eûzu billahi’’deki harf olan B ile kalbimizi, zihnimizi, hayatımızın her karesini şeytanî şerlerden kısacası masivâdan temizlerken; bunun yerine ikinci B ile ‘’bismillahi’’ der demez, o kirlerden boşalttığımız aklımızı zihnimizi ve bütün maddi manevi iskeletimizi rahmanî olan şeylerle doldurur inşa ederiz. Sadece bir harf ile.
Kimi kaynaklarda hadis olarak geçen ve bazı tefsir kaynaklarımızda da yer alan bir rivayete göre Efendimiz s.a.s: ‘’İndirilen semavî kitaplarda olan her şey Kur’ân’da mevcuttur. Kur’ân’da olan ne varsa hepsi Fatiha’da vardır. Fatiha’da ne varsa hepsi besmele’de vardır. Besmele’de olan her şey başındaki ‘’ B’’ harfinde mevcuttur. ‘’B’’ harfinde olan ne varsa hepsi altındaki noktada gizlidir.’’ Meşhur müfessir merhum Muhammed Hamdi Yazır’ın yorumu da bu minvaldedir. Der ki merhum: Hayatın sırrı Kur'an'ın içinde gizlidir. Kur'ân'ın anlamı da Fatiha'nın içinde gizlidir. Fatiha'nın anlamı Besmele'nin içinde, besmele'nin anlamı da baştaki ‘’B’’'sinde gizlidir. ‘’B’’'nin anlamı ise onun altındaki nokta da gizlidir. Demek ki hayatın kendisi ve ihtiva ettiği mana bir noktada gizlidir.. Noktadan harfe, harften harekeye, harekeden kelimeye, kelimeden cümleye, cümleden âyete, âyetten sûreye, sûreden Kur'an'a ve nihayet Kur'an'dan da hayatın tümüne adım adım, ilmek ilmek işlenen İlahi bir sır ve o sırra aşina olan insan bu nazarla hayata ve hayata dair her şeye baktığında, baktığının ve gördüğünün tadıyla hayat onun için daha bir anlamlı olacaktır. Bu nazarla hayata bakan, ‘’Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık’’ diyen rabbine dair her şeyi belki de bir noktada bulacaktır. Belki de ondandır Hz. Ali efendimiz ‘’eğer isteseydim besmelenin sadece ‘’B’’ si hakkında bir deve yükü kadar kitap yazardım.’’ sözlerini sarf etmiştir. Aslında insan biraz ince ve derin bir bakış ile baktığında meselenin anlaşılması çok da zor değildir. Çünkü toprağın altına atılan bir tohum tanesi koca toprağı yarıyor, ve çürük bir çekirdekten yükselen devasa bir ağaç fışkırıyor. Hayatın tanede ve çekirdekte gizli olduğu gerçeği, bütün hayatın anlamının aslında bir noktada gizli olduğu gerçeğiyle aynı oluyor neticede. Tıpkı Hayat Kitabı Kur’ân’ın anlamının bir harfinin bir noktasında gizlendiği gibi.
İnsanın hayatında bir de eylemler ve ameller vardır. Eylemler yani fiiller bütün canlıların ortak bir tarzda yaptığı eylemlerdir. Örneğin yemek, içmek, solumak, yürümek, koşmak, uyumak, acıkmak, susamak, üremek, bazıları için yüzmek, kimisi için uçmak v.s şeklinde sıralanabilir bu fiiller. Bu anlamda insanların diğer canlılarla özellikle de hayvanlarla aynı kategoride olduğunu görmekteyiz. Fakat bir de ‘’amel’’ denilen bir olay bir kavram vardır ki bu, sadece inanmış insana has bir eylemdir. İnsanı farklı kılan bir duruştur. Bu duruş, İnsan dediğimiz varlık yukarda saydığımız eylemleri ‘’Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla’’ anlamına gelen ‘’besmele’’ ile yaptığında yaptığı her iş, eylem amel anlam bulup kolaylaşır ve güzellik adına yaptığı her eylem ibadet hükmüne geçmekle beraber Allah katında da değer kazanır. Böyle olunca Allah katında sevilmeye layık hale gelir. Kutsî hadiste Allah: ‘’Sonunda onu severim. İşte o zaman onun işiten kulağı, gören gözü, sımsıkı tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden bir şey isterse bunu ona mutlaka veririm. Bana sığınırsa onu mutlaka korurum..."” şeklinde kuluna teminat verir.
Yaptığımız her işin akışında aslında ‘’O’’ vardır. Ruhlar âleminde ‘’ben sizin Rabbiniz değil miyim’’ diye sorarken bizlere ‘O’’ vardı. Doğumumuzda kulağımıza okunan ezandan vefatımızla beraber adımıza okunan selâ’da yine ‘’O’’nun adı vardır. Ruhumuzun var olduğu günden bedenimizin var olduğu güne ve ruhumuzun zamanı gelince asıl yurduna döneceği güne kadar ‘’O’’ hep vardı ve tekrar dirileceğimiz günde de ‘’O’’ hep var olacaktır. Tıpkı sabahleyin ‘’ölümün kardeşi olan uyku’’muzdan uyandığımız kıyamet sabahında ebedî bir hayata gözlerimizi açtığımızda bize ‘’Ey kulum! Dünyada iken ben seninleydim, ya sen kiminleydin? diye soracak olan da yine ‘’O’’dur. İslam alimlerine göre Besmelenin ‘’B’’ sinin üç manasından bir manası da budur aslında. Buna ‘’maiyyet’’ denir. Yani ‘’Allah’ın her zaman ve zeminde kul ile beraber olması’’nı ifade eder. Bir başka manası da ‘’istiâne’yi yani ‘’Allah’tan yardımı’’ kendi içinde barındırmaktadır. Burada Molla Fenarî’nin ‘’B’’ harfi ile alakalı yorumu dikkate değerdir. Der ki Molla Fenarî, besmele ‘’B’’ ile başlar, ‘’B’’ harfi ise yatıktır. Tevazuyu işaret eder. Dolayısıyla Bir insan bir işe başlarken Allah’ın adını andığında, Allah’ın yaratıcı olduğunu ve kendisinin de onun karşısında bir hiç olduğunu ifade eder. Aksine ise kibirlenmiş olur. Bu açıdan besmele terbiye ve ahlaktır. Üçüncü manası ise ‘’hilafet’’tir. Hilafet, insanın maddi ve manevi açıdan yeryüzünü Allah Teâlâ adına imar etmeğe bağlı mükellefiyetidir. Bu da Allah resulünün ‘’ihsan’’ hadisinde bahsettiği sanki ‘’Allah’ı görüyormuşçasına bir hayat yaşayıp ibadet etmenin’’ cisme bürünmüş halidir.
Bu duygu ve düşüncelerle yeni hicrî yılın ilk haftasında ‘’Bismillâhirrahmânirrahîm’’ diyerek ‘’Van Gazetesi’’ndeki ilk yazıma hayırlısıyla başlamış bulunmaktayım. Belki biraz uzun oldu ama olsun, noktanın hatırına verirsiniz biliyorum. Rabbim "iyi niyet" ve gayretle kaleme aldığımız bu yazımızı daha faydalı çalışmalara vesile kılsın inşallah. Gayret bizden, muvaffakiyet ise ‘’Rahmân ve Rahîm’’ olan Allah’tandır.
Selam ve dua ile…