“Oyun” denince belki ilk etapta aklımıza çocuklara özgü bir kavram gelir. Oysa “oyun”un, sadece çocuklara has olmayan, esasında yetişkinlerin de hayatında karşılığı olan bir kavram olduğunu hepimiz biliriz. Peki nedir oyun? “ Gerçekliği, aslı, esası, sahiliği olmayan, icra edilirken herhangi bir ciddiliğin de esas alınmadığı, şakacıktan yapılan bir şey olduğu” şeklinde bir tanımlama yapabiliriz kanaatimce.
Aslında burada amacım bir “oyun” tanımlaması yapmak değildir. Sadece din ve dünya temelinde “oyun”u ele almak istedim ve bu anlamda dikkatimizi bir konuya çekmek istedim. Şöyle ki:
Bizler inananlar olarak din ve dünya temelinde “oyun”u değerlendirirken bizim için hangisi oyun kategorisinde, yani yukarda tanımı yapıldığı üzere hangisi gerçekçiliği olmayan, gayri ciddi, esasiliği olmayan geçici bir şeydir? Din mi, dünya mı? Yani bizler dünyayı mı esas, gerçek kabul edip dini oyun olarak görüyoruz ya da dünyayı mı esas ve gerçek kabul edip dini oyun olarak görüyor ve hayat tarzımızı ona göre belirliyoruz? Aslında bu bizim tercihlerimize kalmış bir şey olmakla beraber, bizi yaratan ve yaşatan Rabbimizin de bu konudaki söylemi bizim için çok ama çok önemli olsa gerek. Peki bu konuda ne diyor tek sahibimiz olan Rabbimiz? O, bize dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden, bir süslenmeden ibaret olduğunu söylüyor defaaten. Öyleyse bu söylem biz inananların hayat tarzını ve din ile dünyaya olan bakışımızı belirlemek zorundadır. Çünkü sahibimiz O. Peki bizler inananlar olarak hangisini esas, asıl ve gerçek kabul ediyoruz. Buna bakmamız lazım.
Öyle zannediyorum ki genel olarak bizler dünyayı esas ve temel olarak ele alıyoruz ve bu da esas ele almamız ve önemsememiz gereken dini, dolayısıyla ahireti ıskalamamıza neden oluyor. Halbuki bunun yerine dünyayı esas almayıp dini ve bu bağlamda gerçek hayat olan ahiret hayatını esas aldığımızda kaybettiklerimizle üzülme ve elimize geçenlerle de şımarma gibi bir durum ortaya çıkmayacaktır. İnanmış bir müminin yaklaşımı da budur. Peki aksi olan yaklaşım hangisidir? O da şudur: Paranın, malın, mülkün, zenginliğin, makam ve mevkinin, mensubu olunan iyi bir soyun, kabilenin v.s şeklindeki muvakkat yani geçici küçük mansubiyetlerin bize sunulan nimetlerin gerçek, esas ve temel kabul edilen şeyler olduğu anlayışıdır Bunlar asıl olan genel geçerlerdir bu aksi yaklaşım sahiplerine göre. Aslında bu yaklaşım münafıklarında yaklaşımıydı aynı zamanda. Hz.Peygamber zamanında da vardı. Dünya hayatını gerçek ve asıl olarak kabul eden ve ahiret hayatı denince de dalga geçen ve varlıklarıyla da şımaran insanlar vardı o zaman.. Şimdilerde de bu yaklaşım var ve gelecekte de olacak hep.
Halbuki adına üç günlük dediğimiz dünya hayatı, merhum Aliya’nın da dediği gibi “iman edip salih/iyi/güzel ameller işleyenler ile hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.” Durum bu kadar net iken hiç kimse malıyla, parasıyla, makam ve mevkisiyle şan ve şöhretiyle soyu ve sopuyla övünmemeli ve kendini birşey zannetmemeli. Ki kendini bu geçici şeylerle bir şey sanan esasında hiçbir şey olmadığını ifade etmektedir. Çünkü o şeyler olmasa kendisi de olmayacak haliyle.
Peki madem ki dünya bir oyun ve eğlenceden ibaretse neden bizler bu oyunun oyuncuları olarak çoğu zaman çok üzülüyor ve kahroluyoruz. Demek ki bunun bir oyun olmadığının, yani gerçek devamlı bir hayat olduğunun düşüncesi bizlerin zihinlerini kirletiyor. Halbuki oyun olduğunun kanaati bizlerde oluşsa ve birazcık anlasak aslında bu oyunun birgün biteceğini her birimiz anlayacak ve kendileriyle övündüğümüz küçük kimlik ve mensubiyetlerimizin de geçici olduğunu anlayacağız. Satranç oyununu oynayanlar bilirler. Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konulur ve rafa kaldırılır. İşte öyle de her birimiz için eşit olan ölüm geldiğinde, can emanetini birgün vakti geldiğinde Rabbimize emanet ettiğimizde bizim alt üst hiçbir kimliğimizin bir anlamı kalmayacak ve hepimiz er kişi niyetine bütün kimliklerimizden makam ve mevkilerimizden arınmak suretiyle kabir denen o iki metre karelik toprağa gömülecek ve kendisiyle övündüğümüz zenginliklerimiz mal ve evlatlarımız makam ve mevkilerimiz arkamızda kalacak ve bize
bir faydası olmayacak. Hikayenin sonunda hepimiz eşit derecede toprak sahibi olacağız elbet. Dünya denen oyunu ne kadar ciddiye alırsak o kadar çok üzülecek ve ağlayacağız. Canımız acıyacak. Dünya hayatının basit değersiz ve sınırlı olduğunu idrak edersek, mekan sahibi olan Allah’ın bizi geçici bir süreliğine buraya gönderdiğini anlayacağız. Tıpkı çocukların sabah evden çıkıp akşama kadar yani çok kısa bir süreliğine oyun oynadıkları gibi. Kumdan, kardan ya da çamurdan bir şekilde yaptıkları evlerin önünden geçtiğimizde içimizden onlara çokça güleriz belki ve onlar bunu her ne kadar ciddiye alsalar da oyun olduğunu biliriz çünkü. Ama bir süre sonra baktığımızda yaptıkları hiçbir şeyden eser
kalmamıştır. Akşam her biri kendi yurdu olan dünyadaki gerçek evine gitmiş ve yaptıkları evler de harabeye dönmüş ve oracıkta kalmıştır. Hatta bu oyun esnasında yaptıkları kavgaları anlamsız bulur, çoğu zaman karışmayız bile. Karışanları da yadırgarız çünkü oyun olduğunu biliriz de ondan. Esasiliği yoktur da ondan. İşte bu dünya hayatı da esasında öyledir. Nimetlerin ve durumların insanlar arasında el değiştirdiği bir oyunun oynandığı bir handır.
Allah hiç kimsenin bedenine iki kalp yerleştirmediğini söylüyor. Yani din-dünya ekseninde olaya baktığımızda gerçekten kalbimiz hangisiyle gerçek manada meşgul olmalı? Dinle ve dolayısıyla asıl hayat olan ahiret ile mi, yoksa oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya ile mi? Ya da her ikisiyle de mi aynı oranda meşgul olmalı? Zannedersem bir kalpte aynı oranda iki sevgi olmaz. Biri diğerine galip gelmeli. Ya din dünyaya ya da dünya dine galip gelmeli. Eğer dünya hayatını çok önemser ve sürekli gözümüze gönlümüze yakın tutarsak ondan başkasını görmemiz mümkün olmaz gerçekten. Düşünsenize küçücük bir mercimek tanesi kadar bir kağıdı dahi gözünüze çok yakın tuttuğunuzda o kağıt parçasından başka ne görebilirsiniz ki? Hiç birşey. Öyle de dünyaya mesafeli davranmayanlar ve onu hepten gözünün ve gönlünün çok yakınında tutanlar ondan başkasını göremeyecekler ve sonrasında hüsrana uğrayacaklardır. Hayatı kazanma ve sürekli olarak hayatta kalma hevesi bizi yanıltıp tıpkı babamız Âdem peygamber gibi bizi yanıltırsa bizim de babamız gibi şeytanın oyununa gelmemiz an meselesidir. Zira O da Cenab-ı Hakk’ın yaklaşma dediğine yaklaştı ve şeytanın sonsuzluk yalanına kandı. Geçici bir oyun içinde ciddi anlamda bir oyuna geldi. Üzüldü ve canı yandı. Bize düşen de içinde olduğumuz dünyanın bir oyun olduğunu anlamak ve oyunun içinde oyuna gelmemek.
Aslında burada amacım bir “oyun” tanımlaması yapmak değildir. Sadece din ve dünya temelinde “oyun”u ele almak istedim ve bu anlamda dikkatimizi bir konuya çekmek istedim. Şöyle ki:
Bizler inananlar olarak din ve dünya temelinde “oyun”u değerlendirirken bizim için hangisi oyun kategorisinde, yani yukarda tanımı yapıldığı üzere hangisi gerçekçiliği olmayan, gayri ciddi, esasiliği olmayan geçici bir şeydir? Din mi, dünya mı? Yani bizler dünyayı mı esas, gerçek kabul edip dini oyun olarak görüyoruz ya da dünyayı mı esas ve gerçek kabul edip dini oyun olarak görüyor ve hayat tarzımızı ona göre belirliyoruz? Aslında bu bizim tercihlerimize kalmış bir şey olmakla beraber, bizi yaratan ve yaşatan Rabbimizin de bu konudaki söylemi bizim için çok ama çok önemli olsa gerek. Peki bu konuda ne diyor tek sahibimiz olan Rabbimiz? O, bize dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden, bir süslenmeden ibaret olduğunu söylüyor defaaten. Öyleyse bu söylem biz inananların hayat tarzını ve din ile dünyaya olan bakışımızı belirlemek zorundadır. Çünkü sahibimiz O. Peki bizler inananlar olarak hangisini esas, asıl ve gerçek kabul ediyoruz. Buna bakmamız lazım.
Öyle zannediyorum ki genel olarak bizler dünyayı esas ve temel olarak ele alıyoruz ve bu da esas ele almamız ve önemsememiz gereken dini, dolayısıyla ahireti ıskalamamıza neden oluyor. Halbuki bunun yerine dünyayı esas almayıp dini ve bu bağlamda gerçek hayat olan ahiret hayatını esas aldığımızda kaybettiklerimizle üzülme ve elimize geçenlerle de şımarma gibi bir durum ortaya çıkmayacaktır. İnanmış bir müminin yaklaşımı da budur. Peki aksi olan yaklaşım hangisidir? O da şudur: Paranın, malın, mülkün, zenginliğin, makam ve mevkinin, mensubu olunan iyi bir soyun, kabilenin v.s şeklindeki muvakkat yani geçici küçük mansubiyetlerin bize sunulan nimetlerin gerçek, esas ve temel kabul edilen şeyler olduğu anlayışıdır Bunlar asıl olan genel geçerlerdir bu aksi yaklaşım sahiplerine göre. Aslında bu yaklaşım münafıklarında yaklaşımıydı aynı zamanda. Hz.Peygamber zamanında da vardı. Dünya hayatını gerçek ve asıl olarak kabul eden ve ahiret hayatı denince de dalga geçen ve varlıklarıyla da şımaran insanlar vardı o zaman.. Şimdilerde de bu yaklaşım var ve gelecekte de olacak hep.
Halbuki adına üç günlük dediğimiz dünya hayatı, merhum Aliya’nın da dediği gibi “iman edip salih/iyi/güzel ameller işleyenler ile hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.” Durum bu kadar net iken hiç kimse malıyla, parasıyla, makam ve mevkisiyle şan ve şöhretiyle soyu ve sopuyla övünmemeli ve kendini birşey zannetmemeli. Ki kendini bu geçici şeylerle bir şey sanan esasında hiçbir şey olmadığını ifade etmektedir. Çünkü o şeyler olmasa kendisi de olmayacak haliyle.
Peki madem ki dünya bir oyun ve eğlenceden ibaretse neden bizler bu oyunun oyuncuları olarak çoğu zaman çok üzülüyor ve kahroluyoruz. Demek ki bunun bir oyun olmadığının, yani gerçek devamlı bir hayat olduğunun düşüncesi bizlerin zihinlerini kirletiyor. Halbuki oyun olduğunun kanaati bizlerde oluşsa ve birazcık anlasak aslında bu oyunun birgün biteceğini her birimiz anlayacak ve kendileriyle övündüğümüz küçük kimlik ve mensubiyetlerimizin de geçici olduğunu anlayacağız. Satranç oyununu oynayanlar bilirler. Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konulur ve rafa kaldırılır. İşte öyle de her birimiz için eşit olan ölüm geldiğinde, can emanetini birgün vakti geldiğinde Rabbimize emanet ettiğimizde bizim alt üst hiçbir kimliğimizin bir anlamı kalmayacak ve hepimiz er kişi niyetine bütün kimliklerimizden makam ve mevkilerimizden arınmak suretiyle kabir denen o iki metre karelik toprağa gömülecek ve kendisiyle övündüğümüz zenginliklerimiz mal ve evlatlarımız makam ve mevkilerimiz arkamızda kalacak ve bize
bir faydası olmayacak. Hikayenin sonunda hepimiz eşit derecede toprak sahibi olacağız elbet. Dünya denen oyunu ne kadar ciddiye alırsak o kadar çok üzülecek ve ağlayacağız. Canımız acıyacak. Dünya hayatının basit değersiz ve sınırlı olduğunu idrak edersek, mekan sahibi olan Allah’ın bizi geçici bir süreliğine buraya gönderdiğini anlayacağız. Tıpkı çocukların sabah evden çıkıp akşama kadar yani çok kısa bir süreliğine oyun oynadıkları gibi. Kumdan, kardan ya da çamurdan bir şekilde yaptıkları evlerin önünden geçtiğimizde içimizden onlara çokça güleriz belki ve onlar bunu her ne kadar ciddiye alsalar da oyun olduğunu biliriz çünkü. Ama bir süre sonra baktığımızda yaptıkları hiçbir şeyden eser
kalmamıştır. Akşam her biri kendi yurdu olan dünyadaki gerçek evine gitmiş ve yaptıkları evler de harabeye dönmüş ve oracıkta kalmıştır. Hatta bu oyun esnasında yaptıkları kavgaları anlamsız bulur, çoğu zaman karışmayız bile. Karışanları da yadırgarız çünkü oyun olduğunu biliriz de ondan. Esasiliği yoktur da ondan. İşte bu dünya hayatı da esasında öyledir. Nimetlerin ve durumların insanlar arasında el değiştirdiği bir oyunun oynandığı bir handır.
Allah hiç kimsenin bedenine iki kalp yerleştirmediğini söylüyor. Yani din-dünya ekseninde olaya baktığımızda gerçekten kalbimiz hangisiyle gerçek manada meşgul olmalı? Dinle ve dolayısıyla asıl hayat olan ahiret ile mi, yoksa oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya ile mi? Ya da her ikisiyle de mi aynı oranda meşgul olmalı? Zannedersem bir kalpte aynı oranda iki sevgi olmaz. Biri diğerine galip gelmeli. Ya din dünyaya ya da dünya dine galip gelmeli. Eğer dünya hayatını çok önemser ve sürekli gözümüze gönlümüze yakın tutarsak ondan başkasını görmemiz mümkün olmaz gerçekten. Düşünsenize küçücük bir mercimek tanesi kadar bir kağıdı dahi gözünüze çok yakın tuttuğunuzda o kağıt parçasından başka ne görebilirsiniz ki? Hiç birşey. Öyle de dünyaya mesafeli davranmayanlar ve onu hepten gözünün ve gönlünün çok yakınında tutanlar ondan başkasını göremeyecekler ve sonrasında hüsrana uğrayacaklardır. Hayatı kazanma ve sürekli olarak hayatta kalma hevesi bizi yanıltıp tıpkı babamız Âdem peygamber gibi bizi yanıltırsa bizim de babamız gibi şeytanın oyununa gelmemiz an meselesidir. Zira O da Cenab-ı Hakk’ın yaklaşma dediğine yaklaştı ve şeytanın sonsuzluk yalanına kandı. Geçici bir oyun içinde ciddi anlamda bir oyuna geldi. Üzüldü ve canı yandı. Bize düşen de içinde olduğumuz dünyanın bir oyun olduğunu anlamak ve oyunun içinde oyuna gelmemek.