Son yıllarda zamana, doğaya ve en çok da insana karşı direnemeyip bozulan veya yıkılan tarihi ve kültürel varlıkların, mimari yapıların geri kazandırılmasına yönelik çalışmaların ivme kazandığı görülse de bu çalışmalardan ortaya çıkan sonuç yani restorasyonlar nitelik açısından ciddi bir tartışma konusu.
Restorasyon; tahrip olan bir yapının özgün halini bozmadan onarmak demektir. Özgün yapısının bozulmaması için de yapının kendi orijinal malzemesinin Kullanılması ve çevre ile uyumlu görünmesine çalışılır.
Türkiye’de yapılan önemli restorasyon çalışmalarına bunlar tamamen göz ardı edilmiş ve ortaya tam bir fiyasko çıkmıştır. Mimari yapılar tanınamaz hale gelmiştir hatta. Birkaç örnekte incelersek;
Bunlar sadece durumun vahametini göstermek açısından seçtiğim 3 ayrı restorasyon rezaleti. Bunlar gibi daha birçok örneğe ülkenin her yerinde rastlamak mümkün.
Falanın torunlarıyız, şu ilimiz evliyalar ve peygamberler şehri diye övüp bitiremeyenler; tarihi dizileri izlerken kendinden geçip zırh niyetine kafasına düdüklü tencere geçiren insanların yaşadığı bir toplumun normal şartlarda kültürel varlıklara da sahip çıkacağını düşünürsünüz. Fakat ilginçtir ki bunun tam tersine şahit oluyoruz.
Tarihi hamasetin bu kadar dibine vurup da kültürel ve doğal varlıklara karşı bu ölçüde duyarsız bir toplumun dünyada benzeri yoktur herhalde. Estetikten yoksun, doğayla uyumsuz, sanat işi olması gerekirken tadilat ve inşaat işine dönüşen; yapıların aslını ve kimliğini kaybettiren bu restorasyonların ihalesini bu firmalara nasıl teslim ettiler?
Bunun sorumluğunu üstlenen de yok. Roma’dan, Selçukludan , Osmanlı’dan günümüze kadar göçlerin, savaşların, işgallerin, doğal afetlerin yıkamadığı yapılar; tek bir ihale ile para hırsıyla gözü dönmüşlerin elinde yok olmuş sayılır artık.