Her gün, takvimin bir yaprağı gibi düşerken ömrümüzün ortasına, bazı günler diğerlerinden çok daha ağır gelir. Özellikle içinde “boşluk” olan günler... Hani öyle günler vardır ki; kalabalığın ortasında yalnız hissedersin, gülüşlerin altında kırıklar vardır, güneş doğsa bile içinden bir türlü aydınlanamazsın. İşte ben, o günleri sevmiyorum....
Boşluk dediğimiz şey bazen bir eksikliktir, bazen bir kayıp, bazen de tarifsiz bir özlemdir. Sevdiklerimizin yokluğu, geçmişin silinmeyen izleri ya da yaşanamamış güzelliklerin gölgesi… Böyle günlerde dünya dönmeye devam eder ama bizim içimizde zaman durur sanki. İşte bu yüzden, içimizi acıtan günler hep biraz eksik, hep biraz yersizdir.
Bazı tarihler vardır, takvimde sıradan görünür ama hatıralarımızda derin yaralar taşır. Belki bir vedanın yıl dönümüdür, belki de hiç yaşanamamış bir umudun sessiz hatırlatması. İnsan kalbi kırıldığında, takvim bile bunu unutmadan işaretler. O yüzden boşluklu günler sadece takvim yapraklarında değil, ruhumuzun en sessiz köşelerinde iz bırakır.
Ben, insanların içini acıtacak günleri sevmiyorum. Çünkü o günlerde herkes biraz suskun, herkes biraz yorgun olur. Kimse söylemez ama herkes içinde bir şey taşır. Gözlerin içine bakıldığında görülen sadece gözyaşı değildir; görülmeyen acılar, dillendirilmeyen kayıplar ve kabullenilmeye çalışılan yalnızlıklar da oradadır.
Bazen bir gün, bir insanın yıllarını geri alabilir. Ve o günü ne kadar anlamlandırmaya çalışsan da, kalpte açtığı boşluğu doldurmak mümkün olmaz. Bu yüzden, içinde boşluk olan günlere kalbim kapalı. İyiliğin, neşenin ve umudun yeşerdiği günleri seviyorum. Gerisi sadece sessizlik, sadece içe işleyen bir sızı…