Gecenin en karanlık anı…
Hani bir yanda korku, diğer yanda ışığı bulacağına inanmanın verdiği bir cesaret vardır ya işte tam öyle bir an…
Her şeye sahip gibi görünüp içinde bir boşluk taşıyan öğrencinin,
“Ben kimim?” sorusunu sorduğu an.
Ve o soruya verdiği yanıtlarla , karanlıkta ilk kıvılcımları yakan bir bilge...
Öğrenci:
“Bilgi kitap okuyarak edinilir; bilgelik ise ‘kendin olduğun kitap’ ile.” Peki nedir bu “kendin olduğun” kitap?
Bilge:
Bu kitap, yaşamın ta kendisidir. Dışarıdan bakıldığında olaylar, insanlar ve zaman çizgileriyle doludur.
Ama aslında, dünyada yaşanan her şey yalnızca kalbin içinde yankılanarak anlam bulur.
Bu yüzden gördüklerin sadece birer yansımadır. Gerçek olan içeridedir.
Ancak kalbinde uyanması gereken ne varsa, onu dış dünyada göresin diye gözlerinin önüne bir gerçeklik perdesi serilir.
Sen bu perdenin bir yanılsama olduğunu fark edene kadar, yaşadığın her şeyi dışarıyla ilişkilendirirsin. Acının sebebini, sevincin kaynağını, boşluğun nedenini hep dışarıda ararsın.
Ama bir gün perde kalkar…
Ve görürsün ki dünya, yalnızca kalbinin en derin yerlerine dokunmak için kurulmuş bir sahnedir.
O an, dışarıda gördüğün her şeyin aslında sende bir karşılığı olduğunu anlamaya başlarsın. Ve dış dünya artık yabancı değil, içsel bir çağrının yankısı hâline gelir.
Öğrenci:
Peki kim yazdı bu kitabı?
Bilge:
Bu kitap,
“Nasılsa her şey benim kontrolümün dışında gerçekleşiyor, hiçbir şeyi değiştirecek gücüm yok,” demeyesin diye, sanki senin elinden çıkıyormuş gibi görünür.
Ama aslında, senden çok daha büyük bir akıl tarafından yazılmaktadır.
Ve o akıl, sen bir gün her şeyin gerçekten onun tarafından yapıldığını fark edesin diye, bunu büyük bir gizlilikle yapar.
Çünkü mesele, onun kim olduğunu öğrenmek değildir. Asıl mesele, senin kim olmadığını fark etmendir.
Sen “ben” diyerek başladığın her sözde, sana gösterilmek istenen hakikati kaçırırsın. Çünkü “ben”in gölgesi, hakikatin üzerine düşer.
Ve bir gün,
“ben”liğinin altında aslında “sen” diye bir şey olmadığını keşfettiğin o an perde kalkar.
Ve artık sen kimin yazdığıyla ilgilenmek yerine, yazılanı okumaya başlarsın.
Öğrenci:
Peki bu kitap neyle yazılır?
Bilge:
“Kitap, kan ve şüpheyle yazılır. Kan, ‘acı’ demektir.”
Kulağa korkutucu gelebilir, evet. Ama bu sistem binlerce yıldır böyle işliyor. .Bu acı ne fiziksel, ne de zihinseldir.
Bu, kalbin sessizce bağırdığı andır. Ve çoğu zaman içsel bir acıyla gelir. Ve o acı, suskun bir rehber gibi, hakikate ulaşmak için bir davettir.
Öğrenci:
Peki bu acı duracak mı bir gün? Yoksa onunla mı yaşamak zorundayım?
Bilge:
O acı durmaz. Ama anlam kazandığında dönüşür. Başlangıçta bu acı bir diken gibidir: rahatsız eder, huzur vermez, içini oyar. Ama onu kabul ettiğinde, diken bir pusulaya dönüşür. Sana yön verir.
Öğrenci:
Yani bu acı, bana kim olduğumu mu hatırlatıyor?
Bilge:
Hayır. Kim olman gerektiğini.
Çünkü sen hâlâ, aslında çoktan tamamlanmış olan hâline ulaşamadın.
Şu an yaşadığın şey, eksik olan hâlinle, tamamlanmış olan hâlin arasındaki uçurumun acısıdır.
O tamamlanmış hâl, sen daha farkında bile olmadan, kendi köküyle bağ kurmuştur. Ve oradan seni, kendine doğru çekmektedir.
Sen bu hâlini tanımıyorsun, ama onun çekimini hissediyorsun.
İçinde bir sızı, bir özlem, bir eksiklik…
Hiçbir şey dolduramıyor, çünkü o boşluk yalnızca sende zaten var olan tamamlanmış hâlin yankısıdır.
Bu acı, sana ait olmayan her davranışın yankısıdır. Sen bir yere ait olmak istiyorsun ama hiçbir yere tam ait hissedemiyorsun.
Çünkü içindeki tamamlanmış hâl seni çağırıyor ve sen, o sesi henüz kelimelere dökemiyorsun.
Öğrenci:
Peki şimdi ne yapmalıyım?
Bilge:
Artık sadece bir şey yap: Acının sana vermek istediğini bir hediye gibi görmeye çalış.
Direnmeden, Yargılamadan, Kaçmadan…
Kalbinde bir kabule gelene, perde kalkana, hakikat görünene kadar yazmaya devam et…