Bu yazı dizisini birlikte çıktığımız bir yolculuk gibi düşünebilirsin. Eğer egoist doğanın nasıl çalıştığını fark ettiysen ve insanın yalnızca kendi çıkarını düşünen bir doğayla yaratıldığını — küçük de olsa — görebildiysen, artık bir adım daha ileriye gidebiliriz.
Ama hâlâ kendini sevmeni söyleyen psikolojik yaklaşımlar, kişisel gelişim kitapları ya da sosyal medya motivasyonları sana cazip geliyorsa, devamını okumana gerek yok. Çünkü yazının buradan sonrası, kendi içine yolculuk yapmayı isteyenleri ilgilendiriyor. Bu yolculuk için henüz hazır değilsen, kendi yolunda devam etmelisin. Bir gün hazır olduğunda bunu hissedeceksin. Kalbin titreyecek… Ve yolun bir virajla kendi içine doğru dönecek.
Şimdi hazır olanlarla devam edebiliriz.
Sorunlarımızın, kaygılarımızın, yalnızlık ve anlamsızlık duygularımızın, hatta neden yaşadığımızın cevabını ararken bilmemiz gereken bazı teknik gerçekler var. Bunları anlamalıyız ki tüm hayatımıza bir bütün olarak bakabilelim ve belli bir anlayışa yükselebilelim.
Daha önceki makalelerde, insanın sınırlı beş duyusu ve ilkel haz arayışıyla yaşadığını konuştuk. Cezadan kaçan, ödüle koşan, sürekli mutlu olmaya çalışan ama bunu hep dışarıdan bekleyen varlıklarız…
Ego, “yaratılış programımız”. Bu bizim yazılımımız. Bu nedenle kendimizi suçlamamalı, bundan dolayı utanmamalıyız. Bu doğayı biz seçmedik ve onu tek başımıza da değiştiremeyiz. Ama onu tanıyabiliriz, gözlemleyebiliriz ve en önemlisi onun üstüne çıkabiliriz.
Peki bunu nasıl başarabiliriz? Doğanın kanunlarını takip ederek.
Doğa kanunlarında ego — yani kendin için alma arzusu — içimizdeki eşek olarak tanımlanır ve bu eşeğin yaşam için gerekli olan temel ihtiyaçları dışında sınırsız arzusu vardır. Her şeye sahip olmak ister, bu dünyanın oyuncaklarıyla oyalanmak ister. Ama doğada bir kanun daha vardır: Mutluluk, sadece ona sahip olana kadar sürer. Ne zaman ki istediğini elde edersin, haz hemen uçup gider. Eşek ise hemen yeni bir arzunun peşine takılır.
İnsan, bu döngünün içinde ömrünün sonuna kadar dönüp durur. Sonunda bir gün sessizce bu dünyadan ayrılır.
Doğa yasaları bu döngüyü çok net tanımlar: Akıllı olan, eşeğinin sırtına oturandır. Ahmak olan ise eşeğini sırtında taşıyandır.
Eşeğini — yani egosunu — yıllardır sırtında taşıyan kişi muhtemelen tükenmiş, yılgın, tatminsiz ve hayal kırıklığına uğramış hissediyordur. Çünkü doğa, egoyu tatmin etmez. Onu sadece büyütür. Adeta bir bebek gibi… Her “doydum” dediğinde bir öncekine göre daha aç olur, doymak için daha fazlasını ister.
İnsan sadece eşeğine hizmet etmek için yaratılmadı. Onu tanıması, onunla çalışmayı öğrenmesi ve üzerine yükselmesi için yaratıldı. Çünkü gerçek insan, eşeğini taşıyan değil onu yönetendir.
Doğanın kanunları basit ama güçlüdür: Her şey bir bütünün parçasıdır. Tüm parçalar, sistemin hayrına çalışır. Bu nedenle doğa, egoist değil, özgecildir. Yani sadece almak değil, vermek esasına dayanır. Egomuz ise bu bütünlüğü reddeder. Birleşmek, bağ kurmak, hizmet etmek istemez. O sadece “Ben” der.
İşte insanın trajedisi de burada başlar: Ego ayrı düşmek isterken, doğa birleşmek ister.
Dışarıda muazzam bir realite var. Sonsuz zenginlikte, akıllara durgunluk verecek bir sistem üzerine kurulu. Ama onu algılayacak duyuya sahip miyiz?
Hayır. Sadece beş duyu organına sahibiz: görme, işitme, dokunma, tatma, koklama… Hepsi fiziksel. Hepsi egoist yazılımımızla bağlı. Hepsi “kendine göre” bir dünya gösteriyor. Tıpkı kırık bir gözlükle etrafına bakmak gibi: Camın rengine, bozukluğuna, çarpıklığına göre her şey şekil değiştiriyor.
Peki bu gördüğümüz şey gerçek mi? Hayır. Bu sadece içsel yapımızın dışarı yansımış hâli. Gerçek dışarıda yoktur; her şey bizim algımıza bağlıdır.
Yani gerçeklik dışımızda değil, içimizde çalışıyor. Dış dünya ise sadece bir aynadır. İçimizdeki korkulara, beklentilere, geçmiş deneyim ve arzulara göre şekil alır.
Beş duyu organımız bizi yaşatır ama bize gerçeği vermez.
Hakikate ulaşmak için altıncı bir duyuyu açmamız gerekir. Bu, her insanda var olan ama henüz aktifleşmemiş bir algı kapısıdır. Bu algı “üst bir gerçekliğe” açılır ama dışarıdan değil, içeriden ….
Bu duyu kalpte açılır. Kalpte uyanan sorularla… “Gerçekten ne için yaşıyorum?”, “Neden bu kadar boşluk hissediyorum?”, “Her şeye sahip olduğum hâlde neden tatmin olmuyorum?”
Şimdi önünde iki yol var:
Birincisi, bu muazzam gerçekliği sadece arzularını tatmin etmek için kullanmak. Sonra günü geldiğinde bu dünyadan sessizce çekip gitmek.
İkincisi ise, bu hayatı bir laboratuvar gibi görmek. Ruhunu inşa etmek ve içindeki altıncı duyu organını — yani hakikati algılayacak yeni bir hassasiyeti — büyütmek.
İkinci yol, seni realitenin ardındaki sistemi görmeye götürür.
Tüm yaşadıklarının, çektiğin acıların ve karşılaştığın problemlerin ve tüm evrenin; bilinçli bir planın parçası olduğunu fark edersin.
Doğasını tanımayan insanın durumu tıpkı elini ütüde yakan çocuğun durumuna benzer…
Elini yakan çocuk, canı yandığı için bağıra bağıra ağlar, oradan oraya koşturuyor. Ütünün ne işe yaradığını, neden sıcak olduğunu ve elini neden yaktığını anlayamaz. Oysa yetişkin bir insan aynı acıyı yaşadığında bağırmaz. Çünkü ütünün neden sıcak olduğunu, elini neden yaktığını, nerde hata yaptığını bilir.
İşte biz de çoğu zaman acı çeken ama neden acı çektiğini bilmeyen çocuklar gibiyiz.
Egoistik doğamızı tanımadığımız için, başımıza gelen her sorunda acı acı bağırıp oradan oraya koşuşturuyoruz.
Egoistik doğamızın farkına varmak, bizi anlayış olarak yükseltir ve birçok problemi anlamamıza yardım eder. Hayata bir bütün olarak bakmayı öğrenmek, bedenimizden ve arzularımızdan özgürleşmemizi sağlar.
Artık ağlamayı bırakırız. Anlayış olarak yükseliriz. Bu anlayış, bizi arzularımızın peşinden koşturmaktan kurtarır. Eşeğin sırtına bineriz ve yola devam ederiz.
Merhaba. Dilek hocam tebrik ediyorum sizi