Otur şöyle başucuma ve şimdi anlat bana. Zamanın bize yetmediği, sürekli koşuşturduğumuz, birbirimizi görmeye fırsat bulamadığımız şu hayatta bu kadar sakin ve bu kadar mutlu olmayı nasıl başarabiliyorsun?
“Öncelikle bu soruyu duyduğuma ne kadar çok şaşırdığımı belirtmek isterim.” dedim.
Ben annesi babası çalışan bir çocuktum. Her sabah onların hayat telaşlarını izlerdim. Kurulu olan saat ile gözlerini açarlardı. Annem yatağından kalkıp camı açıp odayı havalandırdıktan sonra mutfağa gider çay koyar kahvaltıyı hazırlardı. Babam elini yüzünü yıkar sofraya otururdu ve sürekli olarak kahvaltımı hızlı yapmam gerektiğini hatırlatırdı. Tabii ki elbiselerimi çabucak giymemi, çantamı hazırlamamı söyler, okul servisine yetişmem gerektiğini de peşi sıra dizerdi. Onlara bakarsan hep bir yerlere yetişmek için koşturmalıydım.
Akşam ben okuldan onlar işten döndüklerinde herkes çok yorgun olurdu. Babam televizyonun önünde uykuya dalardı. Annemse uyumadan önce ev işlerini yetiştirmeye çalışırdı. Bundan dolayı her zaman çok sinirli, çok sabırsız ve çok dalgın olurdu.
İkisi de hayatın bu yoğunluğu içinde benim büyüdüğümü fark edemediler. Onlar benim büyüdüğümü göremediler ama ben onların ne kadar yorulduklarını ve ne kadar hırpalandıklarını ve hayatın telaşı içinde sevgilerini ne kadar ihmal ettiğini çok iyi görüyordum. Beni mutlu etmek için etrafımda dönüyorlardı ama bir çocuğun anne ve babasının arasındaki sevgiden de beslendiğini unutuyorlardı. Onların kaçırdıkları bu detaydan dolayı çok iyi bir gözlemci oldum, başkalarının tecrübelerinden çok şey öğrendim.
Hayat bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı bunu biliyordum. Çılgınca koşuşturmanın sadece bedenleri değil asıl ruhları yorduğunu görüyordum. Ben bunu yapamadım. Saatlerce çalışarak ömrümü sonu gelmeyecek arzular için heba etmeye değer göremedim. Bu yüzden bir göz oda biraz yiyecek ve kitaplarım bana yetti. Bir eş de edinemedim ama olsaydı ona şunları söylemek isterdim:
“Evet yirmidört saat artık bir saat gibi hızlıca gelip geçiyor sürekli koşuşturuyoruz. Ama ben günler gözlerinin içine bakmadan, seninle on dakika da olsa sohbet etmeden bitsin istemiyorum. Otur şöyle bir kahve yapayım sana, yorulmuşsun gözlerinden belli. Beden yorulur elbet çözüm basit telefonunu kapatır kafayı vurup gün boyu uyursun gelir geçer. Ama gönül yorgunluğu bitmiyor insanın. İzin ver de kalbine dokunayım, seni hissedeyim. Hayatın yükünü birlikte taşıyalım.
Ben senden önce yarımmışım aslında, hayatıma gelişinle, tamamlanmışım. Bu tamamlanmayla elmanın iki yarısı olmaktan bahsetmiyorum. Çok zıtız, o kadar zıtız ki, sen siyahsan ben beyazım mesela. Kadın erkek eşit diyorlar ya, eşit de olamayız. Bu doğamıza aykırı biliyorum. Mesela hiçbir zaman seninle aynı şeyleri arzulayamayacağımızı, önceliklerimizin ve ihtiyaçlarımızın hep farklı olacağını da biliyorum. Ama gel tüm bu zıtlıklara rağmen birbirimizi tamamlayalım. Sen benim aklım ol mesela, ben de senin kalbin.
Hayat zor, çoğu zaman dikenli yollar ve aşılmaz dağlar çıkartıyor karşımıza. Dikenli yolları, aşılmaz dağları sevgimiz için fırsata çevirebiliriz aslında. Sen yorulduğunda ben seni sırtlansam ve tam pes ettiğimde sen beni cesaretlendirsen.
Doğamız bencil, egoist. Sadece kendisi için isteyen bir tarafımız var. Hiç susmuyor hep ‘ben, ben, ben’ diyor, farkındayım. Bak hayata… ‘Sadece ben’ diyen her şeyi yıkıp geçiyor. İşte ben de ne zaman egoist doğamın peşine takılıp gitsem damla damla yok oldum, hayat sofrasında dünyanın tüm lezzetleri benim oldu ama hep kum tadı aldım.
İşte tam da bundan dolayı sevgimiz için kalplerimizi birleştirmemiz gerektiğini
sana hatırlatmama izin ver. Bunu benim üzerimde dene. Biz olmanın gücünü gör, hisset. O zaman göreceksin ki damağın tat alacak ve sevgimiz en büyük ödülümüz olacak.
Biliyor musun? Ben ilk görüşte aşka değil sana inanmıştım. İlk görüşte aşk hormonların bir oyunu insanoğluna. Kalbimde kelebekler uçuşurken insan sevdiğini kusursuz görür elbet. Peki ya hormonlar devre dışı kaldığında? İşte o zaman sevginin aslında kalpte küçücük bir nokta çok küçük çok zayıf bir kıvılcım olduğunu farketmeli insan. Hani püf desen sönüp gidecek.
İşte o an iş başa düşüyor. Üzerine titremeliyiz, pamuklar içinde saklamalı, başucunda uykusuz geceler geçirmeliyiz. Karnını doyurduğumuz, okuluyla ilgilendiğimiz, geleceği için kaygılandığımız bir çocuk gibi onu büyütmeliyiz. Hayatta kalması için bizim çabalarımıza, tavizlerimize ihtiyacı var.
Ah canım benim, içtin mi kahveni? Haydi çevir fincanını da falına bakayım. Bak burada bir çift göz var; hayata seninle aynı bakmasa bile seni kusursuz ve güzel gören, bir kalp var senin için atan, bir el var sana uzanan…”