Zaman içinde körebe oynar gibi olduk. Kim kör? Kim ebe? Kim kimi tutmaya çalışıyor? Kimler kazanacak, kimler kaybedecek? Hepsi muamma…
Bedenimizden memnun değiliz; kariyerimizden, banka hesaplarımızdan, giydiklerimizden, kullandıklarımızdan, yediklerimizden ve daha sayamadığımız bir sürü memnuniyetsizlik…
Mültecilerin, yoksulların, kimsesizlerin sessiz çığlığını duymayan bu gaddarlaşmış sağır dünya… Ne silahların anlamı var artık ne de kozmetikleşmiş kentlerin. İnsan sadece bencilliği, bihaberliği, vicdansızlığı ile kalıyor.
Kâr etmeye dayalı sağlık sektörü, asalaklaşmış dinsel kurumlar, anlamsız abartılı eğlence sektörü, silahlanma yarışı… Bütün bunlar insanlığımızın çöküşünün vitrini.
Doğayı sürekli tüketme odaklı bakış açısının sonunda gösterişli bir yok oluş var, bunu izliyoruz.
Çin’de hava temizlendi, Venedik’te su kanalları berraklaştı. Buzulların erimesi yavaşladı. Türkiye'de sokaklar temizlendi vs. Tomurcuğun nihai amacının ağaç olması gibi doğa özüne dönüyor, onarıyor kendini. Peki ya biz?
Çevreyi yağmalamaktan, canlı yaşamını parçalamaktan, sınırsız tüketimden, rekabete endekslenmiş koşturmalardan, kimseye faydası olmayan ön yargılardan, seçmediğimiz kimliklere mahkûm olup diğerlerini yok saymaktan ötede, bir hayal kurmayı denemeliyiz.
Denemeliyiz, hemen başlarsak ancak yarasını saracağız her şeyin.
Umudu tam bu keşmekeş içinde bulacağız.
Bir orman yanar, toprak simsiyah olur. Dersin ki bu topraktan bir şey mi olur. Burada bir şey çıkmaz, üremez… Ama bir yağmur yağar arkasından bütün külü yıkar. O yanmış yıkılmış koca çınarın altında minnacık bir tohum; gün gelir filiz verir, yeşerir, büyür, kök salar dünyanın bir yanına. O umuttur işte.