‘’İnsanın evren hakkındaki bilgisi, gece karanlığında yanan bir mum ışı kadardır.’’
Marie Curie
Bu uçsuz bucaksız evren hakkında ne biliyoruz? Bu devasa boşluk neden var? Kendiliğinden mi var oldu yoksa bir yaratıcı mı var? Evren nereden gelip nereye gidiyor? Evrenin bir başlangıcı var mı? Zaman nedir? Bir başlangıcı ve bir sonu olacak mı? Evrenle ilgili gizemini koruyan, insan beynini korkunç düzeyde zorlayan bu sorulara insanlık, tarih boyunca cevap aramıştır.
‘’işte evren karşınızda, hepsi bu’’
Bertrant RUSSEL
Ünlü bilimci olan Bertrant Russel gökbilimi üzerine bir konferans vermektedir. Galaksilerin nasıl oluştuğunu, kara deliklerin ne olduğunu ,ay’ın dünyamız etrafındaki dönüşünü ,dünyamızın güneş etrafında nasıl dolandığını, güneşimizin de samanyolu galaksinin merkezine doğru nasıl ilerlediğini anlatır. Konuşmasının sonunda salonun en arkasında oturan yaşlı bir kadın ayağa kalkar ve’’ bu anlattıklarınızın hepsi saçma sapan şeyler, aslında dünya dev bir kaplumbağanın sırtında bir tepsi gibi durmaktadır’’ der. Russel yüzünde gülümseme ile cevap verir ‘’ peki kaplumbağa neyin üstünde duruyor?’’ bayan tekrar söz alır ‘’sen çok zeki birine benziyorsun ama ondan aşağısı hep kaplumbağa’’
Evreni sonu olmayan bir kaplumbağa kulesi gibi düşünmek çoğumuza saçma gelir ama neye dayanarak bunun böyle olmadığını söyleyebiliyoruz.
21,yy da Bilim ve Teknolojideki baş döndürücü yeni gelişmelerin, binlerce yıl boyunca sorulan bu sorulara yanıt bulmaya çalıştığına şahit oluyoruz . Bu yanıtlar dünyamızın güneşin etrafında dolanması kadar açık ya da belki kaplumbağalar kulesi kadar saçma olabilir ama her şeye rağmen bilim insanlarının çabalarını görmemek mümkün değil.
Evreni merak eden insanların hikayesi şöyle başladı;
İlk insanlar dünyamızın düz bir tepsi olduğunu düşünüyorlardı bu düşünce genel olarak kabul görmüş ve daha sonra gelen insanların araştırma konusu hep bu mantık üzerinde şekillenmiştir, fakat Yunanlı filozoflar farklı evren modelleriyle ortaya çıktılar, bunlardan biri Platon diğeri Aristotelestir.
MÖ 400.yıllarda Platon’un iki küreli evren modeli olan modeldi. Bu modele göre evren iki küreden ibaretti. Birinci küre, merkezde bulunan dünyamız, diğeri ise yıldızların oluşturduğu dış küredir ve bir günde bir tam tur dönmekteydi. Gezegenlerde bu iki küre arasında hareket ediyordu platon un bu görüşü 100 yıl kadar sonra Aristoteles tarafından farklı formatlarla yenilendi
M.Ö 300.yıllarda Yunanlı düşünür Aristoteles, Platondan etkilenerek dünyanın düz bir tepsi değil de yuvarlak bir küre olduğuna ilişkin iki geçerli düşünceye yer vermekteydi bunlardan biri Aristoteles, ay tutulmasını dünyanın, güneş ve ayın arasına girmesinin sonucunda oluştuğunu anlamıştı. Dünya’nın, Ay’ın üstüne düşen gölgesi, dünya ancak küresel biçiminde ise her zaman göründüğü gibi küresel olabilirdi. Eğer dünya düz bir tepsi gibi olsaydı, güneş tepsinin tam altın olmadığı sürece dünyanın gölgesi bir elips gibi uzamalıydı. İkincisi eski Yunanlıların yaptıkları yolculuklardan, kutup yıldızının güneyden gözlenen hali ile, kuzeyden gözlenen halinden daha alçakta göründüğünü biliyorlardı. Aristoteles kutup yıldızının Mısır’da ve Yunanistan’da göründüğü açıların farkından yararlanarak dünyanın çevresini 400.000 stadyum(eski yunan uzunluk birimi) uzunluğunda olduğunu hesaplamıştı. O zamanki koşullarda bir stadyumun ne kadar uzunlukta olduğu kesin olarak bilinmiyor fakat yaklaşık 200 metreye karşılık geldiği söylenebilir. Bu hesaba göre Aristoteles’in tahmini, bugün kabul edilen değerin iki katıdır.
Aristoteles dünyanın durağan olduğunu güneşin, ayın ve diğer gök cisimlerinin onun etrafında dairesel dolanımlarda bulunduğunu varsayıp, Dünyanın tüm evrenin merkezi ve evreninde sonsuz olduğunu düşünüyordu. Yıllar geçtikçe yeni bulgular elde edildi ve Aristoteles’in bu düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıktı. Yalnız şunu söylemek gerekir: Aristocu düşünce Kopernik’e kadar etkili olmuştur.
1514 yılında Polonyalı bilim insanı Kopernik tarafından yeni bir model öne sürüldü. Kopernik’in düşüncesine göre güneş merkezde ve durağan, dünya ve diğer gök cisimleri onun etrafında dairesel yörüngelerde dönmekteydiler. Bu düşüncesinin kabul görmesi için neredeyse 100 yıl geçmesi gerekti. Kopernik’e, iki gök bilimci Alman Kepler ve İtalyan Galileo Galilei, Kopernik’in kuramını açıkça savunmaya başladılar.
Aristocu düşünceyi tamamen bitiren gelişme 1600’ lü yıllarda gerçekleşti. Galileo , kendi imkanlarıyla yaptığı teleskop ile geceleri uzayı inceliyordu. Güneşe baktığı zaman gezegenlerin ve uyduların güneşin çevresinde döndüğünü tespit etmişti. Bu somut buluş Aristo’nun düşüncesinin tersine, merkezde dünyanın olmadığını ve gökcisimlerinin dünyanın çevresinde dönmediği kanıtlamıştı.
Yıllar geçtikçe yeni bulgular elde edilmeye başlandı sıra Newton’a gelmişti
Kopernik ve Kepler’in ortaya koyduğu güneş merkezli sistem ile Galileo’nun gözlemleri fiziğe yaklaşımı, evrenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştu. Fakat gezegenlerin yörüngelerinde nasıl kaldığı, dünyanın altındakilerin neden düşmediği gibi sorular tam olarak cevaplarını bulamamıştı. İşte tüm bu soruların yerine oturması için zaman Newton‘u beklemişti. Newton kütle çekim yasası uyarınca yıldızların birbirlerini çekmeleri gerektiğini ortaya atmıştı. Newton bu kütle çekim kanunundan dolayı evrenin sonsuzdan beri var olduğunu sonsuza kadar var olacağını öne sürdü. Bu tür akıl yürütme, sonsuzluktan söz ederken, karşınıza çıkabilecek evrenle ilgili düşüncelerde sizi korkunç bir boşluğa düşürmek için yeterliydi çünkü sonsuzluğu anlamlandırmak çok zordu şüphesiz. Sonsuz bir evrende her nokta merkezmiş gibi görülebilir, çünkü her noktanın çevresinde sonsuz sayıda gök cismi vardır Newton’a göre ne kadar gök cismini eklersek ekleyelim aynı sonuç ortaya çıkacaktı ve bugün artık gerçek ortaya çıktı kütle çekim kuvvetinin etkili olduğu sonsuz genişlikte durağan bir evren modeli olanaksızdır.
20.yy öncesi evrenin genişlemekte yada büzüşmekte olduğunun hiç ortaya atılmamış olması o zamanların genel düşünce ortamı için gerçekten ilginç bir durum. Çünkü bir evren genişliyor veya büzüşüyorsa bunun başlangıcı olma durumuyla karşı karşıya kalınacaktı, zaten insan nöronlarının evren için ortaya atabileceği iki tercih vardı. Evren, ya sonsuzdan beri hiç değişmeyen bir durumda varlığını sürdürmekteydi yada geçmişte bir anda bugün gözlemlediğimiz biçimde yaratılmış olması gerekirdi. Binlerce yıl insanlar sürekli sonsuz evrenden bahsetmeleri bu fikri benimsemeleri ki ellerinde hiçbir delil olmadan Sonsuz evren modeline inanmak isteyen insanların neden bir evrenin başlangıcı olma ihtimalini düşünememiş olmaları bilinçli bir tercih olduğu açıktır bu konu daha çok felsefeyle ilgili olduğu ortadadır. Çünkü sonsuzluğa inanışın nedeni insanların sonsuzluğa ilişkin sorgulayıcı soru sormaktan ürkme eğilimleri olduğu gibi bir gün yaşlanıp ölecek olsalar bile evrenin sonsuzdan beri var olduğu ve hiç değişmeden sonsuza kadar var olacağı düşüncesinin rahatlığına sığınmaları da olabilir. Evrenin bir gün sonlanması demek onun bir başlangıcı olduğunu kanıtlar dolayısıyla evrenin bir başlangıcı varsa o evreni başlatan güçlü bir varlık olduğu gerçeği ortaya çıkmış olacaktı böyle bir durum karşısında insanların bir yaratıcının varlığından korkmaları ve bir bitişin söz konusu olmasının gerçek bir son olmayacağı düşüncesini doğurması, bunun sonucunda tekrardan yeni bir başlangıcın (dirilme) olabileceğinden dolayı hep sonsuz bir evren modeli benimsediler, aksi taktirde insanların, evrenin bir nedensellikten dolayı yaratmış olan varlığın tüm azametiyle tanışmış olacalardı. Ve nihayet hesap verilebilirlik karşısında ödül ve ceza almak.. bu durum insanlar için çok cazip gibi durmuyordu, belli ki sonsuz evrene inanmak insanları rahatlatıyordu.
Yıllar geçtikçe bilim gelişti ve 1900’ lü yıllara geldiğimizde Edwin Hubble ortaya çıktı. Amerikalı olan Hubble İngiltere’de Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra gemiyle tekrardan Amerika’ya doğru yol alınca gece uykusu tutmadığı için güverteye çıkıp bir banka sırt üstü uzanıp gökyüzünü yıldızları seyretmeye başladı yıldızların ahengine, gizemine kapılan Hubble, 3 gün boyunca süren yolculuğunda her gece gökyüzünü inceliyordu, korkunç genişlikteki evreni araştırmaya karar verdi, yolculuk bitip, Amerika’ya ayak basan Hubble, Hukuk Fakültesi diplomasını kenara bırakıp uzay bilimiyle ilgilenmeye başladı 1927 yılında Edwin Hubble, evren için bir dönüm noktası olan gözlemini gerçekleştirdi, Hangi yöne bakarsak bakaIım galaksiler hızla bizden uzaklaşıyorlardı. Sadece galaksi bizden uzaklaşmıyordu bizde diğer galaksilerden uzaklaşıyorduk. Başka bir deyişle, evren genişliyordu.
Hubble genişleyen evrende filmi terse çevirdiğinde sürekli birbirlerine yaklaşan yıldızları, galaksiler, ve asteroitleri…görüyordu, bu demekti ki eskiden cisimler birbirlerine bugün olduklarından daha yakındırlar. Filmi yaklaşık 14 milyar yıl geri sardığımızda, bir anda tüm cisimler tek bir noktada toplanıyordu küçücük bir nokta. Hubble'ın gözlemleriyle geriye gittiğimizde sürekli birbirlerine yaklaşan daha sonra her şeyin birleştiği bir noktada toplanıyordu evren görülen görülmeyen her şey birleştikten sonra durmayıp atomlarına ,atom altı parçacıklarına ayrışan bu maddeler sürekli iç içe girerek nihayet küçücük bir nokta haline geliyordu bu noktanın hacmi sonsuza yakın küçüklükte ve sıcaklığının değeri 10 üzeri 32 C dir. Bu noktanın, saniyenin 1/43 anında patlamasıyla tüm evreni oluşturan madde ve anti madde saçıldı bu olay meşhur Büyük Patlama (BİG BANG) di. Bu koşullar altında bilimin bütün kuralları işlemez oluyordu. Başlangıcı olan bir evrenin var olması ancak evren dışı bir varlık tarafından getirilmesi gereken bir şeydi, o varlıkta şüphesiz tek ve sonsuz kudret sahibi olan Allahtır. Allah'ın evreni bir anda yarattığına inanmanın artık bilimsel yönüde ortaya çıkmıştı. Genişleyen bir evren bir yaratıcının varlığını desteklerken bu artık sadece bilimin değil, dinin alanına da girmişti.
Artık bu bilgileri hem felsefe hem din hem de bilim ışığında düşünmek gerekti. Bilimin felsefik yorumu dine bağlanırken, din bilimle özdeşleşmeye başladı.
Ünlü bir akademisyenin söylediği gibi;
‘’ Biz dini konuları tartışırken sadece ilahiyat fakültesine değil aynı zamanda fizik bölümüne de gidiyoruz’’