Sükutun bağırışlarıdır bütün bu fısıltılar... Gecenin mağlubiyeti gündüz, varoluşun mağlubiyeti ise yokoluştu. Zıtlıklar oluşumun temeliydi. Sevgi olmasaydı nefret, hüzün ise olmasaydı mutluluklar doğmazdı. Belki şüphe olmasaydı gerçeklik gün gibi ben buradayım diyemezdi. Karşıtlıklarla vardık aslında. Her karşıtlık bir varoluştu. İtinayla hissettirmek için çabalar dururlardı. Bu en güzel çırpınıştı. Alın teri denilen şeyi şaha kaldırmaya yalnız başına gücü yetecek tek şeydi. Gövde gösterisinin en muhterem izleyicileri düşüncelerimizdi. Hayallerimizin oyuncağı da ilkin çok sevilip hevesini aldıktan sonra köşeye atılan bir bez bebekti. Belki ömrümün dönme dolabında baş köşeden yerini almıştı bile benliğim. Benliğimin ıstırabınaydı bu isyan edişim, bu yersiz baş kaldırışım. Mistisizmden bir hayli uzak bir konumda beliriveriyordu. Klavye delikanlılığını seziyordum. Hep bı uzaklardan seslenişi vardı. Bu sesleniş en karanlık en dipsiz kuyudan da beterdi. Ama asla belli etmiyordu kendini. Bir silüet görüyordum hatta biraz daha yaklaşsam çözmem o kadar zor gibi de durmuyordu. Bu ateşle suyun kavuşması kadar ironi doludu. Ya su yanacaktı yada ateş sönecekti. Hep bı arayış içerisindeydi insanoğlu. Arıyordu ama neyi? Belki sorguluyordu ve neyi sorguladığından da bihaber. Yaşamın doğuşundan mütevellit merak duygusunu benimsemiştik. Soruların dünyasında gayrimeşruydu cevaplarımız... Bu tarif edilemez bir sahipsizlikti. Bu belki de en derin yalnızlıktı...