Seslerin rengine kulak veriyordum.
Ruhumun raf ömrü de en az tolere ettiğim şeyler kadar az kalmıştı.
Biraz müsamaha gösterdiğin zaman o kadar güçlü bir cürete bürünüyordu ki...
Belki bir nefret kadar soyut ama acısını dibine kadar hissettiren bir yalnızlık kadar da somuttu. Sükunetin duvarını aşıp kaçardı bağırışlar.
En hakiki tutsak özgürlüğüne deli gibi susamış olandır derdi bir ihtiyar.
Kalp ancak esir tuttuğu şeye hükmünü idame ettirirdi.
Akıl ise amatör bir tüccarı oynamaktan zevk alırdı.
Bir yanını almaya adarken diğerini vermeye adardı.
Denge denilen olgunun yanından bile geçemezdi çoğunlukla.
Hep bir kefe daha ağır basıyordu. Bir yabancı samimiyetin katilini, bir cesur korkaklığın son demlerini yaşatmasını ve bir hayalperest de gercekliğin pınarını kurutmaya yetecek cüreti kendinde bulmayı pekala ümit ederdi.
Yargısız infazın verdiği vicdan muhakemesinden muaf tutardı cellat kendini.
Çünkü yargılamak eleştirmek herkesçe kabul edilen bir şey değildi.
Üvey evlat muamelesi üstüne cuk oturmuştu.
Rahatsızlık duyduğuna dair pek bir umudumun olmadığını söylemek dürüstlüğün ırmağından geçmişti.
Muaf olma sırası bendeydi. Her tünelin sonunun ışığa çıktığını söylersem ne kadarı doğruydu ne kadarı yanlış bilmiyordum.
Doğru neydi? Yanlış neydi yada kimdi? Nitelendirmek konusunda bayağı bir eksik olduğumuzu söylemeliyim.
Bu sefer tevazu denen şeyi es geçme taraftarıydım.
Boşvermişliğin bahçesini ancak istek, duygusuzluğun ise kalbe dokunabilmek sulayabilirdi.
Ön planda olan toprağın verimi mi oluyordu yoksa toprakla pek de bir alakası yok muydu orası muammaydı. Belki de olayın ne toprakla ne de suyla alakası vardı. Tek sorun bahçedeydi...