Megalomanilerimizin trajedisini izlerdik çoğu zaman.
Kimi şeyleri görür, kimi şeyleri de görmezlikten gelirdik.
Sanrıların dünyasına doğar ve çoğu zaman da oraya hapsolurduk.
Yokoluşa doğru koşmayan tek şeydi sanrılar.
Koşamayan diye düzeltmekten bir an olsun tereddüt duymuyordum.
Ta ki aynalarla yüzleşene dek. Aynalar sanrıların tahtını yıkması, esaretini darağacına asmasıydı.
Hükmü giyilmiş bir kölenin gözlerindeki korku ve dehşetin yerini mutluluk ve umuda bırakmasıydı.
Yılların eskimiş yırtık bir gömleğe nüksettiği yorgunluğu seziyordum.
Damağımda izi kalmış dünden kalma bir tad gibi..
İlkin hoşnut eden lakin hemen ardında rahatsızlık veren.
Umutsuzluğu kaldırıyordum sonra kitaplığımın tozlu raflarına..
Büyük bir anne sevgisiyle bağrına basışını izlemeye koyuluyordum tarif edilmez bir gururla...
Fedakarlık kürkü en çok kitaplığıma yakışıyordu şüphesiz..
Korku, acı, hüzün, umutsuzluk hepsine kol kanat germenin vermiş olduğu yorgunluğu şimdi de onda görmeye başlıyordum.
Gözaltı torbaları ve saçlarına düşmüş akları gören her kimse de bunu görebilirdi.
Tecrübeli, yaşlı bir ihtiyardı. Huysuz ama bir o kadar da sadakatli.
Sırtında yılların yükü, kalbinde ise koca bir dünyayı sarmalayacak kadar çok sevgisi vardı.
Bu en güzel sevgiydi...