Kalemimin mürekkebinden akan sözlerin başkaldırısını dizginliyordum.
Kâh ağlıyor kâh gülüyordu.
Aylardan marteniçka, günlerden ise hüzündü.
Sessizliğin topraklarınındı arasına serpiştirdiği tohumlar.
Belki zamanla büyür de bir iki ses olur diye..
Gürültünün sokağından geçer, ayakkabılarını çıkarıp yürüdü.
Sükunetin krallığını sürdürdüğü bu medeniyetle büyüyor, var oluyordu.
Bir tutam sevgi, bir tutam cesaret, bir tutam korkuydu her malzemesinin kendine has işlevi olan.
Mesele koyup koymadığın değil ne kadar tattırdığındı..
Ruhsuzluğun ana vatanını tasvir etmeyi pencereleri dökülmüş boyasız bir evden daha iyi kimse beceremezdi belki de.
Kökleriyle dibine kadar sarılmış bırakmam der bir edayla sırtını bu ruhsuz eve yaslamış koca çınarın büyüklüğü karşısında eğiliyordum.
Esen rüzgarın bir ona yana bir bu yana doğru savurduğu korkuya dair en ufak bir izi bile olmayan korkuluğun üstüne geçirilmiş eski yırtık atkısından yükselen bu cüretkar kokunun ürpertisiyle kendime geliyordum.
Her duyguyu bir anne iç güdüsüyle bastığım bağrımda büyütüyor, yemiyor yediriyor içmiyor içiriyordum.
Öyle ki kimi büyüyüp sırtıma sapladığı hançer ile övünüyor, kimi bir kalkan misali gerdiği kol kanatın gururunu taşıyordu.
Sahip olduklarımın ucu bucağı yoktu belki, belki de uç da bucak da ölçülebilecek kadar sınırlıydı.
Bu havası kasvetli memleket benimdi.
Hüznü, öfkesi, sevgisi, dinginliği her şeyiyle benimdi.
Tebessümünden, sıcaklığından mahrum memleketim benim nezdimde hiç kimsenindi.
Bazen yetim, bazen öksüzdü.
Bir nevi duysuzuluğun sokaklarında cirit atan kaldırımlarda büyümüş yalnızlıktı...