Kapısı kırık camları dökülmüş yıkık dökük bir harabenin bağırışlarıydı bu yükseliş...
Yalnızlığı kalabalıkla dolup taşan bir insanlığı betimlemelere doyamayışını seslendirip duruyordu..
Farklı bir silüete duyduğu yabancılığı görmek için kısıyordu gözlerini bu sefer.
Saçlarını okşayışından mütevellit duyduğu minneti sunuyordu rüzgara.
Tarif edilemez bir sükut kol geziyordu ruhumun sokaklarında.
Lambaları patlamış, karanlığın hükmüne boyun eğişini sorguluyordu sokakları...
Belki de en çaresiz hükümranlığın kırmaya çalıştığı kalemiydi eline batan.
Parçalarını çıkardıkça daha da acı veriyordu.
Harese hocam Zülfü Livaneli insanlığı anlatmaya çalışıyordu biraz dikkatli bakınca...
Kaleyi savunmasız yapan dışındaki gücün yetersizliği değil, içindeki sadakatin eksikliğindeydi şüphesiz.
Şüphe en derin gerçekliği, buz dağının görünmeyen kısmı aslolan hakikati ele verirdi.
Kalınlığı arttıkça netliği de beraberinde yok oluşa sürüklüyordu.
Zıtlıkların dünyasına serpiştirilmişti insanoğlu.
Elekten kaçanlar yolunu kaybedenler kulübünün üyesi olmaya mahkûm edilirdi.
Harita mı? Yoktu. Rotayı belirleyen de onlardı. Yolun sonunda ya ışık vardı yada zifiri karanlık...
İlerlemeyi baki kılan suya karşı değil akıntının yönünde kulaç atmaktan geçerdi.
Suyu tehlikeli kılan rotasyona kattığı yardım değil yaşamla ölüm arasındaki ince bir çizgide bulunmasıydı.
En acı ölüm düşüncelerde boğulmaktı.
Orada suyun kaldırma kuvveti söz sahibi değildi. Bir simit de en az matematikteki sıfır kadar etkisizdi.
En cüretkar başkaldırı yanlışlıkların dallarında fizilizlenirdi.
Belki de en sessiz protestolar çığlıkların tarlasında boy verirdi...
Toprağın verimsizliği değildi can sıkıcı olan açığa vurmamaya çalışsa da insanoğlu, asıl sorun suyun yetersizliğiydi..
Her şey bir sorundu hayatın penceresinden bakınca.
Tam seçememesinin nedeni de üzerindeki yağmur damlalarıydı...
Astigmatı vardır belki desek o seçenek de ele avuca sığamayacak kadar küçüktü.
Tıpkı hayatlarımızın içindeki aksilikler gibi...